BİLİŞSEL PSİKOLOJİ

 

GİRİŞ: Tarihsel perspektif

            Bilişsel psikoloji, insanın bir yandan dış dünyayı algılama ve zihninde tasarımlama süreçlerini, bir yandan da o tasarımlara göre eylemlerini oluşturma süreçlerini araştırır. Algılama, öğrenme, hatırlama, düşünme, hayal etme gibi zihinsel süreçler ile dünyaya uyum sağlamaya ve  dünyayı değiştirmeye   yönelik eylemleri oluşturma süreçleri bilişsel psikolojinin ilgi alanına girer. Bilişsel psikoloji, merkezsel zihin süreçlerine önem veren kendi karakteristik yaklaşımının bilincinde bir psikoloji disiplini olarak 1970’ten bu yana ön plana çıkmıştır. Bilişsel psikolojinin içeriğindeki ve araştırma tekniklerindeki özellikleri daha iyi değerlendirmek için onu, psikolojinin  bir bilim olarak gelişim perspektifi içinde görmek yerinde olacaktır.

Psikolojinin felsefe içindeki kökleri

         Deneysel metodun doğa bilimleri ile ilgili konularda bile tam anlamıyla düşünülmediği çağlarda filozofların psikolojik gerçekleri araştırmak için içebakış ve spekülatif muhakeme yoluyla zihin felsefesi yapması kaçınılmazdı.  Bu çerçevede en belli başlı problemlerden biri de insan bilgilerinin kaynağı  problemiydi. Bu problemi aydınlatmak için ortaya atılan görüşler rasyonalizm ve ampirizm adı altında iki ana grupta toplanabilir.

           Rasyonalizme göre bilgiye akılla erişilir. Rasyonalist filozofun gözünde duyular güvenilir değildir. Duyu gözlemleri yanıltıcı olabilir. Oysa rasyonalist filozof kesin bilgi ve mutlak gerçek peşindedir. Bu kesinlik gereksinimi yüzünden onun gözünde matematik ideal bilgidir. Doğa kanunlarında mutlak kesinlik bulma isteği, rasyonalist filozofu, tutarsız, değişken ve sonuçta güvenilmez bulduğu duyusal gözlemlerden yüz çevirip akla apaçık görünen mutlak ve değişmez prensipler koymaya ve sonra da o prensiplerden zorunlu tümdengelim mantığıyla kesin sonuçlar çıkarmaya yöneltmiştir. Zihninde sabitleştirdiği akıl temeli üzerindeki gerçeklik binası, rasyonalist filozofun kesinlik ihtiyacını tatmin etmiştir. Fakat rasyonalist filozof, gevşek  bir zemin üzerinde heybetli bir bina kurmuştur. Çünkü bugünkü bilimsel düşünme biçimi, apaçık görünen “mutlak ve değişmez” prensibin sorgulanması gerektiğini ve başlangıçtaki  her prensibin varsayımsal olarak konulması gerektiğini göstermiştir. Rasyonalist filozof ne kadar sağlam muhakeme yaparsa yapsın, başlangıçtaki prensip yanlış ise ona dayanılarak çıkarılan bütün sonuçlar da yanlış olacaktır.

Ampirizme göre bilgilerin kaynağı duyulardan gelen deneyimlerdir.Ampirist filozofun gözünde, doğuşta, yani her türlü duyusal deneyimden önce zihin boş bir levhadır. Zihin denilen şey duyuların verdiklerinden oluşur. Böyle olunca, deneyimler kazanmakta iken duyuların gösterdiğinin ötesine geçen her yargı temelsizdir.

Felsefeden ayrı bir bilim dalı olarak psikoloji, 19.yüzyılın son çeyreğinde Alman bilim adamı Wilhelm Wundt eliyle ampirist felsefe yönelişi çizgisinde kuruldu. Wundt, Ampirist felsefenin uğraştığı duyum, algı, dikkat, çağrışım, hayal, duygu gibi zihinsel içerikleri ampirist filozofların yaptığı gibi içebakış yoluyla, fakat kontrol altında tutulan koşullarda analiz ediyordu. Bilinçteki yansıması içebakışla analiz edilen uyaranların şiddeti ölçülüyordu. Doğru ve incelikli içebakış yapılması için deneklere özel bir eğitim veriliyor, yapılan bildirimlere ve reaksiyonlara ilişkin protokol tutuluyor, gerekli ve mümkün hallerde reaksiyonlar ölçülüyordu.

Psikolojinin fizyoloji içindeki kökleri

Psikolojinin başka bütün bilimler gibi felsefeden ayrılarak bağımsız bir bilim olduğu söylenir. Bu deyiş genel anlamda doğru olmakla birlikte, somut tarihsel olgu, psikolojinin fizyoloji içinde filizlendiğini gösteriyor. Wundt,  Leipzig Üniversitesi’nde Deneysel Psikoloji Enstitüsü adıyla ilk psikoloji laboratuarını kurmadan önce Heidelberg Üniversitesi’nde fizyoloji doçenti idi. Büyük fizyolog Hermann von Helmholtz profesör ve fizyoloji bölüm başkanı olarak Heidelberg Üniversitesi’ne  gelince Wundt onunla birlikte çalıştı. Helmholtz, kendini bir psikolog olarak görmemekle birlikte, görme ve işitme duyu organlarının işlevlerini incelerken bugün algı psikolojisinin temel içeriğini oluşturan birçok probleme fizyolojik araştırmanın doğal uzantısı olarak el attı. Wundt ise felsefe ve psikoloji problemlerine gittikçe artan bir ilgi gösterdi ve felsefe öğrencilerine yönelik  psikoloji dersleri verdi.

Wundt, psikoloji ders kitabı olarak 1873-4’te yayınladığı Grundzüge der Physiologische  Psychologie (Fizyolojik Psikolojinin Esasları) adlı kitabında, psikolojiyi, anatomi ve fizyolojiyi tamamlayan bağımsız bir disiplin olarak sundu. Wundt, Heidelberg’e gelen Helmholtz’a büyük saygı duymakla birlikte ikisi arasında bir yakınlaşma bir türlü olmadı. Wundt, psikolojinin geleceğini merkezsel sinir sisteminin anatomi ve fizyolojisiyle yakın ilişkide görüyor ve psikolojinin inceleme konusunun bilinç olduğunu söylüyordu. Herkesin bilinci yalnızca kendine açık olduğuna göre, psikolojinin konusunu “bilinç” olarak seçme, psikolojinin inceleme metodunu ister istemez empoze ediyordu: içebakış (iç gözlem, entrospeksiyon) metodu.  Psikolojiyi bağımsız bir bilim olarak kurma çabası çerçevesindeki içebakış metodunun filozofların yaptıkları içebakıştan farkı, standart ve kontrollü koşullarda sistematik olarak yapılmasıydı. Bilinç analiz edilirken uyaran tarafında ve reaksiyon tarafında ölçme yapmaya özen gösterilmesi de bir başka farklılıktı.

Wundt’un psikolojik yaklaşımından, sözcük anlamı “yapısalcılık” olan  strüktüralizm terimi ile söz edilirse de Wundt ile ilgili olarak bu terimin içerdiği kavramı, Gestalt psikologlarının organizasyona, yapılanmaya ve bütünselliğe önem veren anlayışından ayırt etmelidir. Yine Wundt’la ilgili kullanıldığında bu terimi, modern antropolojide ve lengüistikte bütünsel anlamın her öğenin belirli ilişkiler içinde birbirine ayarlı olmasından çıktığını vurgulayan “strüktüralizm”den ayırt etmelidir. İçebakışçı psikolojide strüktüralizm, parçaları bütünün ışığında anlamayı ya da algılamayı değil, bilinçteki bütünü, onu oluşturan öğeleri analizle saptayarak anlamayı ifade eder.   

Bilinç hallerinin analizini psikolojinin konusu olarak görme ve içebakışı psikolojiye özgü bir metot olarak benimseme,  psikolojiyi başka bilimlerin genel metodundan ayrı düşürdü. Fizik, kimya ve biyoloji bilimlerinde herkese açık gözlemler yapılır; gözlenen olguları açıklamak için varsayımlar kurulur ve sonra da bir muhakemeye göre yeni birtakım olgularla varsayımların doğruluğu sınanır. Helmholtz bu metotla birçok psikolojik olgu saptamış ve sınanabilir açıklamalar ortaya koymuştur. Eğer psikolojik ilgi, çalışkan ve titiz Wundt’un Leipzig laboratuarına odaklanmasaydı, Wundt gibi ampirist olan Helmholtz çizgisindeki araştırmalarla belki de psikoloji,  fizyolojinin doğal uzantısı olarak yine bağımsız bir bilim olarak gelişecekti. Öyle olsaydı, psikoloji başka temel bilimlerle ortak metodolojisi olan objektif deneysel bir bilim olacaktı. Büyük bir olasılıkla o zaman,  Amerika Birleşik Devletleri’nde psikolog John Watson’ın 1913’te Psychological Review’de yayınlanan “Psychology as the Behaviorist Views It” (Behavioristin Bakışıyla Psikoloji) başlıklı bir tek makalesiyle patlak veren ve psikolojiyi yarım yüzyıl kısırlaştıran behaviorizm devrimine gerek olmayacaktı.

Wundt’un içebakış metoduna başkaldırı

Watson, içebakış metodunu sübjektif ve tutarsız sonuçlar verdiği için reddediyordu. Watson, “bilinç” ve “zihin” kavramlarına hiç başvurmaksızın psikolojik olguların saptanabileceğini söylüyordu. Ona göre psikolojinin teorik amacı, davranışın kestirilmesi ve yönetilmesi idi. Behaviorist, canlıların davranışlarını, insan ve hayvan arasına bir duvar çekmeden birleştirici bir yaklaşımla inceleyecekti. Wundt’un, psikolojinin konusu olarak bilinci ve metodu olarak içebakışı seçmesi, hayvanların, çocukların ve anormal kişilik gösterenlerin incelenmesini daha baştan dışlamış oluyordu. Oysa, objektif olarak gözlenen uyaranlar ile objektif olarak gözlenen tepkiler arasındaki ilişkileri saptamayı iş edinen bir psikoloji, içebakışa dayanan bilinç psikolojisinin dışladığı inceleme alanlarını kapsamı içine alacaktı. Daha önce çeşitli canlı türlerinin davranışlarını inceleyen karşılaştırmalı psikoloji araştırıcıları, antropomorfik düşünmeye karşı uyarmışlardı. Şimdi behavioristler, bilince yansıyanlara göre davranışlara ilişkin sonuçlara varmaya karşı uyarıyordu. Hele bilinçte yaşananların niteliklerini içebakışa dayanarak tartışmanın hiçbir anlamı yoktu. Sonuçlar belirsiz ya da çelişkili olduğu zaman deneysel koşulların kontrol altında olmadığını gösterecek yerde kişinin içebakışının dikkatsiz olduğunu iddia etmenin bir çözüm sağlamayacağı açıktı.

Wundt’un analizciliğine karşı Gestalt psikolojisinin  bütünsel kavrayış yaklaşımı

Watson’ın içebakışçı psikolojiye protesto niteliğindeki makalesinin yayınlanmasından bir yıl önce, 1912’de Almanya’da psikolog Max Wertheimer Zeitschrift für Psychologie’de “Experimentelle Studien über Sehen von Bewegung” (Hareket Görme Üzerine Deneysel İncelemeler) başlıklı bir makale yayınladı. Makalede, karanlık bir odada oturtulan deneğe dönüşümlü olarak yanıp sönen iki ışık noktasının sunulduğu bir deney bildiriliyordu. Işık flaşları arasındaki zaman aralığı 0.2 saniyeden fazla olduğu zaman denek yanıp sönen iki ışık flaşı görür; fakat zaman aralığı 0.2 saniyeden az olursa ileri geri sürekli hareket eden bir ışık flaşı görür. Gerçekte bir hareket olmadığı halde denek görünürde bir hareket (phi phenomenon) görür. Bu deney, Wundt’un bilinç içeriklerini analiz etmeye dayanan psikolojisine ağır bir darbe olarak değerlendirildi. “Görünürde hareket” fenomeni, bilinci öğelerine ayrıştırarak anlama girişiminin yetersizliğini gösteriyordu. Çünkü algılanan şey, duyum öğeleri değil, onların sebep olduğu farklı nitelikte bir deneyimdi. Görünürde hareket, basit duyumlardan doğan fakat onlara indirgenemeyen bir deneyimdi. Kısacası, görünürde hareket, bir algısal bütün (Gestalt) idi. Bütünsel fenomen bilinçte doğrudan oluşuyordu ve onun özelliği ancak doğrudan inceleme ile anlaşılabilirdi. Gestalt psikologları, zihnin bütünsel kavrayışını vurguladı ve bunun yalnız algıda değil öğrenmede, hatırlamada ve problem çözmedeki önemini gösterecek deneyler ve gözlemler düzenledi.

Gestalt psikologlarının içebakışçı psikolojiye karşı çıkışı, görüldüğü gibi, behavioristlerin karşı çıkışından farklı bir gerekçeye dayanır. Gestalt psikologlarının bilinç kavramına ve bilinç olaylarını konu etmeye bir itirazı yoktu. Ancak onlar, bilinç içeriklerinin, bütünsel biçimleriyle doğrudan yaşanan fenomenler olarak kavranmasını istiyordu. Onlara göre, bilinç içerikleri analiz edilerek anlaşılamazdı. Bilinçte yaşanan fenomen, öğelerine ayrıştırıldığı zaman, anlaşılmak istenen içerikten başka şeyler olan birtakım öğeler elde ediliyordu. Gestaltçıların deyişiyle, bütün, kendini oluşturan  parçaların toplamından fazla bir şeydi. Fazla olan şeye Gestaltçılar, Gestaltqualitaet (bütünlük niteliği) dediler. Algılanan formu karakterize eden şey, öğelerin neler olduğu değil, öğeler arasındaki ilişkilerdir. Algılanan şeyin kendine özgü yapısı, ne algılanacağını belirler.

Wolfgang Köhler ve Kurt Koffka gibi Gestalt psikologları daha sonra behaviorizme de aynı nedenle karşı çıktı. Uyaran-tepki anlayışının bütünselliğin ve yapılanmanın önemini  görmezden geldiğine işaret edildi. Belirli bir uyaran, içinde bulunduğu algısal yapıya ve bütünsel ortama göre anlam kazanırdı. Belirli uyarana yapıldığı düşünülen belirli bir tepki, nasıl bir ilişkiler ağı içinde ortaya çıktığına göre işlev kazanırdı. Böylece Gestalt psikolojisi, ister bilinçte olsun ister davranış planında olsun bütünlük faktörünü ve yapılanmayı dikkate almayan parçacı, analizci bir yaklaşıma aynı derecede karşı çıkıyordu. Onlara göre behaviorist yaklaşımın objektifliği yanıltıcı idi. Çünkü psikolojik olayda gerçek, dışarıdaki olayı kavrayan süjenin zihninde yaşanan fenomenal deneyim idi.

Behaviorizm çizgisindeki gelişmeler

Wundt, 1920’de öldü. Wundt’un yanında doktora yapan ve onun en sıkı takipçisi olan İngiliz Edward Titchener 1892’de Cornell Üniversitesi’ne gitti. Titchener 1927’de ölünceye kadar Cornell’de kaldı. Duyumlar ve dikkat üzerinde çalışan Titchener orada saygı görmekle birlikte Amerikan psikolojisine ısınamadı. Behaviorizmi kendi psikolojik anlayışına tümden yabancı buluyordu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda çeşitli branşlardaki birçok bilim adamı Almanya’yı terk etmek zorunda kaldı. Onların arasında Gestalt psikolojisinin kurucuları Max  Wertheimer, Wolfgang Köhler ve Kurt Koffka da vardı. Bu bilim adamları, göçtükleri Amerika Birleşik Devletleri’nde çalışmalarını sürdürdülerse de onların çalışmaları, behaviorizm etkisindeki Amerikan psikolojisinde ilginç bir adacık olmaktan öteye gitmedi.

Behavioristler, Rus fizyoloğu Ivan Pavlov’un 1902’den beri araştırmakta olduğu koşullu refleks olgusunu davranışın prototipi olarak gördü. Pavlov, sindirim fizyolojisi üzerinde çalışırken, kendisinin “ruhsal” salya salgılama dediği bir olay dikkatini çekti. Köpek, kendisine yiyecek verilmesi öncesinde karşılaşmakta olduğu uyarana, daha yiyecek ağzına girmeden salya salgılıyordu. Bu ruhsal salgıyı, örneğin yiyecek kabının konulması ya da normal olarak hayvana yiyecek veren bakıcının görünmesi, hatta bakıcının yaklaştığının işareti olan ayak sesleri başlatabilirdi. Pavlov 1936’da ölünceye kadar sistematik deneylerle, koşullu refleksin kurulmasını etkileyen faktörleri araştırdı.  Pavlov’un araştırmalarından etkilenen ve bu araştırmalarda objektif bir psikoloji biliminin kurulması için bir ümit ışığı gören behavioristler, bütün davranışların çeşitli derecelerde karmaşıklaşmış koşullu refleks kombinasyonları olduğunu tasarımladılar.

Koşullu refleks objektif olarak gözlenebilir bir olguydu. Üstelik psikolojinin arka planındaki  ampirizm ve çağrışımcılık  (associationism) felsefesine de uygun düştüğü için zihinler koşullu refleksi kabul etmeye hazırlıklıydı. Zihnin bütün içeriğinin duyu verilerinden oluştuğunu söyleyen ampirist felsefeye göre, fikirler ya da hayaller duyumların zihindeki sönük kopyalarıydı. Zihin hayatı, basit fikirlerin zamanda ve uzamda yakınlık, benzerlik, zıtlık gibi ilişkilerle bir araya gelmesinden oluşuyordu. Bağlantıya girmiş fikirlerden biri zihinde yeniden canlanırsa, öbürü de kendiliğinden canlanıyordu. Fikirler ya da hayaller arasında bu biçimde kurulmuş bağlantılara çağrışım dendi. Koşullu refleks, felsefedeki çağrışımcılık görüşünü objektif plana taşıyan bir davranış mekanizması olarak behavioristler tarafından hemen benimsendi. Ampirist felsefenin zihindeki fikirler arasında kurulduğunu kabul ettiği bağlantı, koşullu reflekste,  başlangıçta nötr olan bir uyaran ile refleks arasında belirli koşullara bağlı olarak kuruluyordu. Böylece, zihinden ve bilinçten hiç söz etmeksizin bütün davranışların yapı taşı sayılan koşullu refleksin kuruluşunu, objektif gözlem planında saptamak mümkündü.

Artık düşüncelerin, duyguların ve isteklerin, kısacası zihinsel süreçlerin davranışları belirlemediği açıkça söylenebilirdi. Davranışlar koşullanmanın ürünüydü. İnsan bir canlı organizma olarak biyolojik bir makineydi ve onun davranışını anlamak için bilinç kavramına başvurmak gereksizdi. İnsanlar bilinçle hareket etmiyordu; uyaranlara reaksiyon yapıyordu.

Behaviorizmin ortaya çıkışında, Charles Darwin’in evrim teorisinin de etkisi oldu.

Evrim teorisi canlıların çevreye uyum problemini ön plana çıkardı. Beden yapıları ve davranış donanımları değişen çevre koşullarına uymayanlar hayatta kalamıyor ve üreme şansı bulamıyor, sonuçta onların türleri  yok oluyordu; uygun olanlar hayatta kalma ve kendi aralarında üreme şansı buldukları için gittikçe daha iyi uyum sağlayacak beden yapısı ve davranış özellikleri kuvvetleniyordu. İnsanın da başka canlılar gibi bir organizma olduğunu düşündüren ve canlılar dünyasını bir bütün olarak görme eğiliminde olan evrimsel bakış açısı, hayvan davranışlarının incelenmesine ilgi uyandırdığı gibi beden yapısı ve davranış özellikleriyle çevreye uyum sağlamış olan insanı da objektif olarak inceleme gereğini ortaya koydu.

Edward Lee Thorndike Columbia Üniversitesi’nde 1898’de “Hayvanların Zekâsı: hayvanlarda çağrışımsal süreçlerin deneysel incelenmesi” başlıklı bir doktora tezi hazırladı. Kedilerle yaptığı deneyleri değerlendiren Thorndike, öğrenmenin deneme ve yanılma biçiminde olduğunu, herhangi bir plan ya da öngörü olmadan başarıya rastlantı ile ulaşıldığını, başarıya ulaştıran eylemin sonraki denemelerde tekrarlanma eğilimi gösterdiğini, doğru tepkinin yapılma olasılığının giderek arttığını ve ortaya çıkma süresinin gittikçe kısaldığını ortaya koydu. Thorndike, Britanyalı çağrışımcı filozofların geleneğine uyarak uyaranlar ile tepkiler arasındaki çağrışımsal bağların  kurulmasından söz ettiyse de, öğrenmenin gidişini gözlenebilir tepkilerdeki değişimle göstermesi, öğrenme sürecinin açıklanmasında bilinç kavramına başvurmayı gereksizleştirdi. Thorndike, öğrenmeyi, sonuç yasasına (law of effect )dayandırdı: Tatmin edici bir durumla sonuçlanan tepkiler yerleşir; hoşlanılmayan bir durumla sonuçlanan tepkiler kaybolur.

            Thorndike’ın öğrenme ile ilgili çalışması, psikolojinin, zihinsel süreçler ve bilinç yönelişinden uzaklaştırma yolunda etkili oldu.  Amerika Birleşik Devletlerinde William James, John Dewey ve James Rowland Angell’ın fikirleriyle etkili bir akım olarak gelişmekte olan  fonksiyonalist (işlevci)  yöneliş davranışın uyum sağlamadaki işlevsel önemini vurguluyor fakat  zihni, çevre ile organizmanın ihtiyaçları arasında aracı bir konumda görüyordu.  Thorndike’ın  bilinç ya da zihinsel süreçlere başvurmadan öğrenmeyi açıklaması, içebakışçı psikolojinin sübjektifliğine isyan eden  behaviorist harekete de dayanak oldu.

            Watson, kişisel nedenlerle 1920’de akademik hayattan kopmak zorunda kaldı. Fakat davranışçı yöneliş  ivme kazanmıştı ve psikoloji artık eskisi gibi olamazdı. 1930’lu ve 1940’lı yıllarda behaviorist çizgideki gelişmeler  Edward Guthrie, Clark Hull ve B. F. Skinner’in sistematik çalışmalarıyla oldu. Guthrie, behaviorizmin kurucusu Watson gibi pekiştirme prensibine hiç ağırlık vermedi. Watson’ın belli bir uyarana en son yapılan tepki(recency)  ve en sık yapılan tepki(frequency) prensiplerinden yalnızca en son yapılan tepki prensibini, öğrenmenin anlaşılması için yeterli gördü.

            Hull, Newton’ın Principia’sını model alarak kendi deyişiyle hypothetico-deductive bir teori kurmaya girişti. Davranışı açıklamak üzere daha baştan postülalar koydu ve onlardan teoremler çıkardı. Euklid’i andıran bu çalışma biçimi geometriye uygun olsa bile ampirik bir bilimin izleyeceği yol değildi. Newton, adı geçen eseri kaleme alırken, bütün keşiflerini yapmıştı. Eserin yazılış biçimi, Newton’ın keşiflerini yapış yolunu yansıtmıyordu; yalnızca didaktik amaca hizmet ediyordu. Hull’ın  sisteminde davranış birimi alışkanlık(habit). Hull alışkanlıkların yerleşmesinde tekrara ve  pekiştirme (reinforcement) kavramına ağırlık verdi.  Hull, ampirik verilerin izin vereceği sınırları çok aşan postülasyonlardan detaylı kantitatif kestirimler yaptı. Kestirimler yanlış çıktıkça, kurduğu davranış sistemini kurtarmak için ona yeni postülalar eklemek zorunda kaldı. Bir teorinin görevi, verilerdeki karmaşıklığı basite indirgemek iken Hull’ın ad hoc eklemeleriyle teorisi gittikçe karmaşıklaştı ve  tutarsız görünmeye başladı.

            Bununla birlikte Hull, kişiliği, çalışkanlığı ve yetiştirdiği sayısız doktora öğrencileri ile Amerika’nın hemen  her üniversitesine uzanan bir etkileme gücü kazandı. Ortaya koyduğu muazzam teorik sistem, aynı fikirde olmayan her psikoloğa, yanlışlaması için bir meydan okuma anlamına geliyordu. Sonuçta Hull, 1952’de ölümüne kadar psikolojinin merkezinde kaldı.

            Hull’ın ölümünden sonra Skinner  daha etkili olmaya başladı. Doktorasını yapmak için 1929’da Harvard’a geldikten bir süre sonra bütün davranışların refleks temeline dayandırılmasından rahatsız olmaya başladı. Ona göre sadece çevreye tepki yapıldığını düşünmek doğru değildi. Davranışlar, sonuçlar doğurmak için çevrede yapılan etkinliklerdi. Skinner, “uyarana tepki” kavramından  “davranışın etkinliği” (operant davranış) kavramına kaydı. Ona göre çoğu davranışlar,  operant koşullanma ürünüydü.

            Skinner davranışın biçimlenmesinden (shaping) söz etti. Sonuçları (ödül ve cezaları) kontrol altında tutarak davranışlar istenilen biçime sokulabilirdi. Normal yaşayışlarında insanların davranışları, doğan sonuçlarla biçimlenir. Buna rağmen insanlar özgür olduklarını düşünmekten hoşlanır. Oysa, Skinner’e göre, herkesin davranışları, geçmişinde  ve çevresinde olanlarla biçimlenir. Skinner, laboratuarında farelerin ve güvercinlerin operant davranışlarını etkileyen faktörleri sistemli kayıtlar tutarak inceledi.

            Bütün kişilik özelliklerinin, sosyal hayatın ve anormal davranışların oluşumunun

operant çerçevede açıklanabileceği iddiasında olan Skinner, dilin öğrenilmesini de Verbal Behavior adlı kitabında operant koşullanma ile açıklama girişiminde bulundu.       

Sherrigton : “Sinir Sisteminin Bütünleyici Etkinliği” (Integrative Action of the Nervous System)

         İngiliz fizyoloğu Charles  Sherrington’ın  beyinle bağlantısı kesilmiş spinal hayvanlarda yaptığı araştırmalar, hem spinal reflekslerin karmaşıklığını hem de beyin merkezlerinin o refleksler üzerindeki kontrolünü ortaya koydu. Beynin bütünleştirici etkinliğinin kanıtları elde edildi. Sherrington, interoseptörler, eksteroseptörler ve proprioseptörler arasındaki artık klasikleşmiş ayrımı yaptı. Bu üç türlü reseptör, bütünsel organik süreçlerin işleyişinde gerekli bilgileri toplama yerlerine göre ayırt edilmiştir. Sherrington anatomik-fizyolojik temel ile dışarıdan gözlenebilen davranışlar arasındaki sürekliliği vurgulayarak davranış örgülerinde ortaya çıkan yeni oluşumları açıkladı. İki olgu düzeyi arasındaki sürekliliği gerçekleştiren sinir sisteminin bütünleyici etkinliğidir.

            Uzaktan bilgi toplayan reseptörlerin sağladığı işlevsel avantaj, organizmanın, algısal etkinlik içinde kendine özgü bir uzamsal-zamansal ilişkiler örgüsü kurmasıdır. Bu durum, görmede, işitmede, koku almada ve daha  az bir derecede mekanik ve termal reseptörlerde reseptörlerde gözlenebilir. Uzaktan reseptörler, bir uyaran kaynağı ile vücut yüzeyi arasında doğrudan bir fiziksel temas olmadan canlının çevresine ilişkin bilgi toplamasını sağlar. Temasa gelmeden bilgi alarak tepkileri hazırlamanın hayatta kalma açısından önemi açıktır. Eğer yiyecek ancak tadarak ve düşman ancak mekanik temasa gelerek keşfedilseydi organizmanın olumlu ve olumsuz nitelikteki biyolojik önem taşıyan uyaranlara önceden hazırlıklı olması imkânsızlaşırdı. Bu da sübjektif uzamsal-zamansal ilişkiler örgüsünü yok ederdi. Bunun anlamı,  bazı ilkel organizmalarda olduğu gibi canlının  bağımsızlığının iyice sınırlanmasıdır.  Sherrington’ın çalışmalarında beynin çeşitli kanallardan gelen bilgileri bütünleştiren ve tepkileri kararlaştıran karmaşık yapısı belirginleşmiştir.

  1. S. Lashley: Beyin ve Davranış

Watson ile bir süre birlikte çalışmış olan Karl Lashley davranışın nörolojik temeline ilgi duydu. Beyin hasarlarının etkisini araştırmak için hayvanlar üzerinde deneysel operasyonlar yaptı. Çalışmaları onu, Watson’ın reflekslere ve koşullu reflekslere dayanan anlayışının ötesinde daha karmaşık bir sinirsel organizasyon anlayışına götürdü. Bu anlayışla Lashley, davranışların uyaranlara doğrudan tepki olarak değil, beyindeki karmaşık süreçlerle yapılan bir planlamayla ortaya çıktığı görüşüne kaydı. Müzik performansı, çeşitli sporlardaki becerili davranışlar ve dilin kullanılması ve anlaşılması, ona göre basit koşullanma işlemleriyle açıklanamayacak bir dizisel bağlanma, koordinasyon, planlama ve zamanlama içeriyordu. Lashley, varmak zorunda kaldığı bu görüşlerle, beyindeki organizasyonu ve zihinsel süreçleri by-pass ederek doğrudan uyaran tepki bağlantılarıyla davranışları kestirmeyi ve yönetmeyi  hedefleyen  radikal behaviorizmden uzaklaştı.    

  1. C. Tolman: Bilişsel harita ve davranış

Behaviorist hareket içinde çalışmaya başlayan fakat zamanla değişik görüşe vararak o hareketin kenarında duran Edward Tolman, 1932’de yayınladığı Purposive Behavior in Animals and Men (Hayvanlarda ve İnsanlarda Amaçlı Davranışlar) adlı kitabında  insan ve hayvanların, davranışlarını bir amaca göre oluşturduğunu ve öğrenmenin temelinde davranışın yapılacağı çevreyi tanımanın bulunduğunu ileri sürdü. Organizmaların uyaranlara tepkiler yapmaktan çok içinde bulundukları ortamı tanımaya çalıştıklarını ve bir hedef konulunca o hedefe ulaştıracak tepkileri yapmak üzere uyaranların birbirine göre konumlarına ilişkin bilgiye dayanarak hedefe ulaştıracak tepkileri yaptıklarını söyledi. Tolman farenin labirenti öğrenmesini açıklarken beyinde bir  “bilişsel harita” (cognitive map) oluştuğunu ileri sürdü ve aynı mecazlı anlatımı sürdürerek uyaranların birer işaret levhası görevini yaptığını vurguladı. Yiyecek konulmayan bir labirentte birkaç gün serbestçe dolaşmasına izin verilen fareler, labirentin hedef kutusuna yiyecek konunca baştan beri hedef kutusunda yiyecek bulan farelerin öğrenme düzeyine kısa sürede yetişecek biçimde çıkmaz yollara girmekten sakınabilmişlerdir. Tolman’a göre bu sonuç, yiyecek konmadan önce de farelerin labirentteki topografik ilişkileri bir ölçüde öğrendiklerini ve hedef konunca bu bilgilerini performansa yansıttıklarını gösterir. Algısal ilişkilerin öğrenmenin temelinde olması bakımından Tolman ile Gestalt psikolojisi arasında bağlantı kuranlar olmuştur.

Bartlett’in Şema Kavramı

İlişkileri ve bütünsel durumun etkilerini ön plana çıkaran bir başka önemli psikolog da Frederic Bartlett’tir. Bu İngiliz psikolog, 1932’de yayınlanan Remembering (Hatırlama) adlı deneysel araştırma monografisinde, algılama ve hatırlamada organizasyonun rolünü ön plana çıkartmıştır. Gestalt psikologları gibi organizasyona önem veren Bartlett, organizasyonun oluşumunda bireyin geçmiş deneyimleri ile mizacının ve algı malzemesine takındığı tavrın etkisini vurgulamıştır. Gestalt psikologları, algı alanının  doğuştan faktörlere dayanan yapılanması üzerinde durmuştu.

Bartlett, İngiliz nöroloğu Henry Head’in, kişinin kendi beden pozisyonlarını ve hareketlerini algılarken ve hareketleri, bedenin içinde bulunduğu pozisyondan ve önceki hareketlerin devamı olarak başlatırken beynin izole pozisyonlar ve hareketlerle iş görmediğini, her bir andaki hareketin, önceki pozisyonların ve hareketlerin beyinde temsil edilen şemasına dayandığını ileri sürmüştü. Şema, her yeni hareket ve pozisyonla değişikliğe uğrar. Bartlett, Head’in şema kavramını, hafızada  tutma ve hatırlama sürecine uygulamıştır. Bu kavramla, algı malzemesinin algıdaki yapılanışını ve daha sonra hatırlanma biçimini belirleyen organizasyon kurallarını formüle etmeye çalışmıştır.

            Kısaca ifade edilirse, şema, geçmiş deneyimlerin topluca şimdiyi etkilemesidir. Belirtmek gerekir ki Bartlett, Head’den yararlanırken  şemanın zaman boyutundaki oluşum biçiminde değişiklik yapmıştır. Bartlett’te geçmiş, Head’in şema kavramında olduğu gibi zaman sırasına göre değil, kapsadığı içeriklerin birbiriyle türlü yollardan ilişkilerine göre organize olmuştur. Yeni gelen algı içeriği, bu yüzden, geçmişte belirlenmiş sabit sıralı reaksiyonlar için ipucu olmak yerine, organize olmuş geçmiş tepkilerin o andaki durumla ilişkili kısmına doğrudan bağlanır. Bartlett’in görüşünde insan, detayları birleştirerek algının bütününe varmaz; bütünün genel izleniminden hareket ederek ilgili şemaya göre ve o anda takınmış olduğu tavrı haklı gösterecek biçimde  olası detayları kurar. Özellikle gösterim süresi çok kısıtlıysa bu durum daha da belirginleşir. Belli bir durumda algı alanının bir kısmı algılanır; açık kalan yerler benzer durumlardaki geçmiş deneyimlere göre, yani zihinde var olan uygun bir şema ile bağdaşan biçimde doldurulur.

            Bartlett’in algı ve hatırlamanın şema güdümünde olması fikri, onun psikolojik süreçleri biyolojik işlevler olarak görme yaklaşımıyla ilgilidir. Ona göre algı, belirli ipuçlarına dayanarak dışımızda olanı zihnimizde kurmadır; duyusal ipuçlarını olduğu gibi saptamak ve birbirine eklemek değildir. Algılama, bir anlam verme çabasıdır. Yani insan, duyu verilerine değil, onların temsil ettiği gerçek çevreye uyum sağlamaya çalışır. Hatırlama da geçmişte olanların sonraki bir zamanda aynı içerikle ve aynı sırada canlandırılması değildir. Canlı bir organizma olarak insan, tepkilerini değişken bir çevrede oluşturmak zorundadır. Belli bir andaki koşullara en uygun tepkileri oluşturmak için geçmiş deneyimleri aynen hatırlamak insanın işine yaramaz; hatta zararlı bile olur. Bunun yerine, insan, hafıza  içeriğinin ilgili kısımlarını seçerek ve  o andaki duruma adapte ederek kullanmak ihtiyacındadır. İşte hatırlama, bu ihtiyacın gereklerine göre yapılan bir kurgudur. Bartlett’in şema kavramı ve hafıza sürecini algı, imaj, muhakeme gibi süreçlerle ilişkiye getiren yaklaşımı tıpkı Jean Piaget’nin kognitif gelişme ile ilgili araştırmaları gibi Amerikan psikolojisinde 1960’lara kadar bir yankı bulmadı.      

Jean Piaget: épistemologie génétique

Piaget çocuk yaştan biyolojiye ilgi duymuş ve 21 yaşından önce yumuşakçalar üzerinde birçok inceleme yazısı yayınlamıştı. Çocukların zihin gelişimini incelemekle birlikte o bir çocuk psikolojisi yapmıyor, kendi kullandığı terimle, épistemologie génétique yapıyor, yani insan zihninin yapısal niteliklerinin gelişim sürecini ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Biyolojik çerçevede insan zihninin mantıksal yapılarının kuruluş sürecini saptamayı amaçladı. Bu amaçla çocuklarda kavram ve dil gelişimini, çocukların objelerle etkileşimini ve çocukların sembolleri zihinlerinde düşünme aletleri olarak kullanmalarını araştırdı. Piaget’nin gözünde insanın biyolojik gelişimi aynı zamanda bilginin yapılanmasıdır. Birey doğumdan başlayarak gelişirken bilgi yapılarını kurar; bilgi yapılarını kurarken gelişir. Yalnız organların büyümesi ve gelişmesi değil, bilgi yapılarının kurulması da bireyin ihtiyaçları ile çevre arasındaki dengenin sürdürülmesi bakımından gereklidir. Kişi, bilme objesiyle temasa geldiği zaman var olan bilgi yapısı yetersiz kalıyorsa o yapı yeni gerçeği de kapsayacak biçimde değişmek zorundadır. Böylece Piaget zihinsel gelişimi, gerçeği kavrayan ve gerçeğe ayarlanan mantıksal yapının kurulması olarak tasarımlar. Burada göz önünde tutulması gereken nokta, gerçeği kavramanın bir zihinsel kurgu olmasıdır. Piaget’nin gerçeği keşfetmekten değil, gerçeği kurmaktan söz etmesi, onun felsefe ve psikoloji yaklaşımını gösteren bilinçli bir seçimdir. Gelişme, gerçeğin gittikçe daha iyi kopyalarını çıkaracak araçların sağlanması gibi tasarımlanmamalıdır. Burada Piaget’nin épistémologie génétique yaklaşımla sorduğu birbiriyle bağlantılı iki soru vardır: “Bilgi nedir?” sorusu epistemolojik bir sorudur; “Bilgiye nasıl ulaşılıyor?” sorusu psikolojik bir sorudur. Bilgi soyut mantıksal bir çerçevede betimlenebilir; ama onun ampirik gerçeklik alanında ortaya çıkışını anlamak söz konusuysa, insan bilgilerinin kökü biyolojidedir ve bilgi bir  gelişim süreci içinde kurulur.

Piaget, zekânın başlangıcını harekette görür. Bir canlı varlık olarak yeni doğan bebek birtakım hareketler yapar. Bebekte hem belli özellikteki uyaranlara otomatik olarak yapılan doğuştan gelme refleksler hem de canlılığın doğal enerjisiyle kendiliğinden yapılan rastgele hareketler vardır. Refleksler ve rastgele hareketler, bebeğin dünyayı tanıması için doğal bir işbirliği içindedir. Rastgele yaptığı hareketlerle parmağını ağzına götüren bebekte emme refleksi harekete geçer. Bebek, parmağı ağza götürme hareketini tekrarladığı zaman artık duyusal-hareketsel bir şema kurulur. Piaget’nin dilinde “şema” bir bilgi yapısıdır. Burada bebeğin dünyayı tanımasına aracılık eden bir yapılanma vardır. Bebek hayatta kalmak için annesinin sütünü emmek zorundadır. Yeni doğmuş bebeğin birtakım refleksleri varsa  da dünyaya ilişkin bilgisi yoktur. Anne memesi nedir bilmez. Fakat bebeğin ağzı annenin meme ucu ile temasa getirilirse emme refleksi harekete geçer. Bu deneyimden sonra bebek acıktığında yalnızca ağlamaz; aynı zamanda ağzıyla annenin meme ucunu arar. Bebeğin “zihninde” bir şema oluşmuştur. O şema bebeğin eylemlerine kılavuzluk eder.  Rastgele hareketlerin, duyumların ve bir refleksin içinden  bir bilgi yapısı ortaya çıkmıştır. Görüldüğü gibi “bilgi yapısı” Piaget’de bireyin dünya ile etkileşimini yönlendiren bir zihinsel oluşumdur. Bilinçli soyut sembolik bir bilgi yapısı nasıl dünyayı tanımaya, zihinde temsil etmeye ve eylemlere kılavuzluk etmeye yarıyorsa duyusal hareketsel şema da başka bir yoldan aynı işe yarar. Soyut sembolik düşünme ve refleksif duyu-hareket şeması bilim adamının analizci yaklaşımıyla ve kategorilere ayırma  eğilimiyle kavramsal olarak ayırt edilse bile biyolojik sistemin amacı ve işleyişi bakımından onlar bütünleyici işlevlerdir. Biyolojik sistemin bütünselliğini, onun dış dünya ile bağlantısını göz önünde tutarak genişletebiliriz. Refleksif duyu-hareket şemaları sembolik düşünme işlemleriyle nasıl bütünsel bir sistem oluşturuyorsa, bütünüyle biyolojik sistem de fizyolojik düzeyde fiziksel-kimyasal alışverişler ve psikolojik düzeyde deneyimler aracılığıyla  dış dünya ile bağlantı içindedir. Dış dünya ve biyolojik organizma bütünsel bir sistemdir. Fiziksel-kimyasal ve deneyimsel bağlantı koparsa biyolojik organizmanın bütünsel sistemi çöker.

 Piaget’ye göre her canlı türünde olduğu gibi insanda da  dış uyaranlara tepki biçimini belirleyen bir iç organizasyon vardır. Birey, dışarıdan gelen etkileri iç organizasyonla bilgi yapılarına dönüştürür.  Temel biyolojik yapının sınırları ve imkânları çerçevesinde birey, dış dünyayı bilgi yapılarıyla algılar ve tepkilerini o bilgi yapıları kılavuzluğunda ayarlar. Dış dünyanın olayları bilgi yapılarına katılır. Piaget, sistemin bu işlevine özümleme(assimilation) der. Olaylar, var olan bilgi yapılarıyla özümlenemediği zaman  bilgi yapılarının olaylarla bağdaşacak biçimde değişmesi gerekir. Piaget,  bu işleve de ayarlanma(accomodation) der. Duruma göre biri ya da öbürü etkin olan bu iki değişmez işlev, bireyin gelişim süreci boyunca değişebilir bilgi yapılarını kurar.

Bilgi yapılarının zamanla değişmesi dengelenme sürecidir. Bilgi yapısı, dış dünyanın olaylarını yorumlamada ve eylemleri kararlaştırmada yetersiz kaldığı zaman bilgi yapısının dış dünya ile dengesi bozulur. Bu durumda birey, yeni bilgiyi alır ve bilgi yapılarını ona göre yeniden düzenler. Piaget’nin görüşünü behaviorist yaklaşımdan ayırt eden en önemli nokta bireyin pasif bir alıcı olmamasıdır. Fiziksel uyaranlar bireyi yönetmez ve onun tepkilerini doğrudan biçimlendirmez. Birey dışarıdaki olayları ve cisimleri var olan bilgi yapılarıyla yorumlar; dışarıdaki olayların ve cisimlerin özelliklerine göre gerektiğinde bilgi yapılarını yeniden düzenler. Bilgi yapılarının yeniden düzenlenmesi koşulların gerektirmesiyle hayat boyu sürer. Dış dünya ile dengenin bozulması ve yeniden kurulması sürüp giderken zihinsel gelişme aşamalar gösterir. Bu aşamalarda bireyin kendi eylemlerini biçimlendirici aktif rolü vardır. Birey dış dünyayı yorumlar; yorumlama düzeyinin niteliksel farkına göre aşamalar belirlenir. Aşamalardan her birinde, dış dünya olaylarına bireyin farklı bir eylem biçimi ortaya çıkar.

Piaget’nin düşünceleri ampirik gözlemlere ve deneylere dayanır. Onun sistemi, bir  çocuk psikolojisi değil, felsefedeki “insan bilgilerinin kaynağı” problemini ampirik planda araştırma girişimidir. Problemin çözümü, biyolojik temel üzerinde psikolojik süreçleri tasarımlayan kavramlarla bir épistémoloji génétique (bilginin doğuşunu ve gelişimini saptama) biçimindedir. Bu nedenle Piaget, bilgilerin içeriği ile değil, bilgi yapılarının niteliği ve oluşum süreci ile ilgilenir. İçerik, süreçleri saptarken araştırmacının incelediği malzemelerdir. Piaget’nin, insan bireyinde hayatın başlangıcından itibaren bilgi yapılarının niteliğinin değişme evrelerini (duyusal-hareketsel zekâ evresi,  preoperasyonel evre, somut operasyonlar  evresi, formel operasyonlar evresi) saptama amacı açısından önemli nokta, belirli yaşlarda neler yapıldığı değil, değişik bilgi yapıları kurmanın sırasıdır. Sonraki bilgi kurma biçimleri öncekilerin içinden gelişir. Bu evrelerin gözüktüğü yaşlar bireyler arasında farklı olabilir. Değişmeyen sadece sıralı gidiş ve somuta bağımlılığın gittikçe azalmasıdır.  Refleksif duyu-hareket şemalarından sonra objelerin yokluklarında bile onları düşünmenin olduğu fakat onlarla herhangi bir işlem yürütecek kurallar sisteminin olmadığı bir evreye girilir. Sonra algıların güdümündeki somut işlemler evresine ve sonunda soyut sembolik işlemlerle yürütülen düşünme evresine erişilir.

Etoloji disiplini içindeki gelişmeler

         Etoloji, zooloji içinde hayvan davranışlarını incelemeye yönelik bir uzmanlık dalı olarak gelişmiştir.  Karşılaştırmalı olarak çeşitli türde organizmaların davranışlarını doğal yaşama ortamlarında inceleyen etologlar, davranışların da organik yapılar gibi evrim sürecinde biçimlenen kalıtsal biyolojik temelinin olduğunu vurgulamıştır. Bir türe özgü davranış örgüleri onların adaptif (yani hayatta kalmayı sağlayıcı ) değerine göre doğal seçimle seçilir. Sonbaharda cevizleri gömmeye genetik eğilimi olan bir sincabın kışın hayatta kalması böyle yapmayan bir sincaba göre daha olasıdır. Sonuçta, onun ceviz gömme geni olan yavrular yapması daha olasıdır. Bu da ceviz gömen sincapların sayısının artması demektir.

            Etolojik düşünce biçimi, insanın da biyolojik bir varlık olarak içgüdüsel davranış temelinin olduğu sonucuna götürdü. Öğrenme ürünü davranışlar içgüdüsel davranışlarla bütünsel bir işbirliği içindedir. Etologlar, hayvanların doğal yaşama çevrelerinde gözlenmesinin onların davranış kapasitelerinin anlaşılması bakımından önemine işaret etmiştir. Öte yandan, değişik canlı türleri aynı fiziksel çevrede (Umwelt) bulunsalar da onlar duyu organlarının değişik kapasitelerine göre farklı algısal çevrelerde (Merkwelt) yaşarlar.

            Etologların çalışmaları, organizmanın biyolojik yapısını ve bütünsel etkinliğini hesaba katmadan izole uyaran-tepki bağlantılarına göre davranışları anlama girişiminin yetersizliğini bir başka açıdan göstermiş oldu. Behavioristlerin, biyolojik yapının belirleyici etkisini yok sayarak bütün davranışların öğrenme ile açıklanabileceğini iddia etmelerini etologlar yanlış buluyordu. 

İkinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında  becerili davranışlar üzerindeki araştırmalar

         Becerili davranışlar, tekrarlarla kuvvetlenen ve evvelce yapılanın daha iyi yapılması anlamında bir öğrenmeye dayanan basit uyaran-tepki bağlantıları değildir. Becerili davranışlar, belli bir amaca ulaşmanın beklendiği durumlarda duyu kanallarından gelen bilgilerin değerlendirilmesini ve uygun tepkinin seçiminde kullanılmasını gerektirir. 1897’de W. L. Bryan ve N. Harter’in  telgraf operatörlerinin yetiştirilmesi ile ilgili araştırması, acemilikten ustalığa giden yolda gittikçe artan karmaşıklıktaki duyu-hareket koordinasyonunun nasıl geliştiğini göstermişti. Öğrenme eğrisinde, öğrenmedeki duraklamaya işaret olan yatay kısmın aslında gerçek bir duraklama olmadığı ve bu safhanın tek harflerle uğraşma durumundan onları hece ve sözcükler halinde algılamaya ya da göndermeye başlamak  için bir zihinsel organizasyon safhası olduğu anlaşılmıştı.

            İkinci Dünya Savaşı’nda uçak, radar ve uçaksavar teknolojisindeki ilerleme,  onları beceri ile kullanacak pilotların, radar operatörlerinin ve topçuların eğitimiyle ilgili psikolojik problemleri öne çıkardı. Beceriyi karakterize eden şey,  davranışların  az çok değişik koşullarda da iyi bir koordinasyonla ve doğru zaman ayarlamasıyla başarıyla yapılmasıdır. Yani becerinin önemli bir göstergesi, önceden aynen öğrenilmiş olması imkânsız durumlarda başarıyla yapmadır. Becerili davranış araştırmalarında yapılan saptamalara göre becerinin birtakım karakteristik özellikleri vardır:

  1. İşin ayrıntılı eylemlerini bütünsel bir planı daima göz önünde tutarak yapmak.
  2. Veri akışından sabit ilişkileri belirleyerek sinyallerin gelişini önceden kestirmek ve böylece eylemleri zamanında ve doğru yapmaya hazırlıklı olmak.
  3. Gerekli olmayan uyaranları algı dışında bırakarak sınırlı dikkati verimli kullanmak.
  4. Hareketlerin sonuçlarından emin olacak kadar iyi yapmayı başararak feed-back (hareketin doğruluğunu her an kontrol) ihtiyacından kurtulmak.

Bütün bu ölçütlerin ortak noktası şudur: Becerili davranış, belirli tepkileri kas hareketi olarak doğru yapmak değil,  verilerdeki bilgiyi, doğrulukla ve gecikmeden analiz ederek  uygun tepkiyi kararlaştırmak, doğru zamanlamayla yapmak ve gerektiğinde değişen koşullara adapte etmek için verilerdeki o bilgiyi kullanmaktır.  Davranışları açıklarken zihinsel süreçleri yok sayarak gözlenebilir uyaranlar ile gözlenebilir tepkileri doğrudan bağlantıya getirme girişimi, becerili davranışların oluşumunu anlamada dramatik biçimde yetersiz kaldı.

  1. O. Hebb: Nöropsikolojik teori

         Kanadalı psikolog Hebb, 1949’da yayınlanan Organization of Behavior (Davranışın Organizasyonu) adlı kitabında psikoloji literatüründe algı, öğrenme, beyin hasarlarının davranış üzerindeki etkileri, psikopatoloji, heyecanlar gibi çok çeşitli alanlardaki olguları teorik bir bakış açısından ilişkiye getirdi. Lashley’in öğrencisi olan  ve kendini bir neo-behaviorist olarak gören Hebb,  olguların doğuşunu nörolojik bir yapının süreçlerinin doğurduğunu ve uyaranlarla tepkiler arasında geçen süreçleri varsaymadan belli koşullardaki davranış belirtilerini ve değişmelerini anlamanın mümkün olmadığını göstermeye çalıştı. Behaviorizmin gölgesindeki Amerikan psikolojisinde neredeyse tabu olan “dikkat”, “düşünme”, “irade” gibi kavramları kullanma gereğini Hebb açıkça belirtti. Bu kavramların içerdiği merkezsel süreçlerin nörolojik temelini tasarımlama çabasını gösterdi.

            Hebb, davranışın açıklanmasında merkezsel süreçlere başvurmanın gerekliliğini düşünme problemiyle ortaya koydu:

            Tam olarak çevre uyaranlarının güdümünde olmayan, fakat bu uyarılma ile sıkı işbirliği yapan bir süreç… Karşımıza çıkan olgular öyle bir şekil almıştır ki fare gibi aşağı düzeydeki memelilerde bile davranışı duyusal ve hareketsel süreçlerin doğrudan etkileşimi olarak görmek imkânsızlaşmıştır. Muhakkak ki “düşünme”, beyin işlevinde insan düzeyinde bir karmaşıklığı çağrıştırır ve aşağı hayvanlara uygulandığında gereğinden fazla şey ifade edebilir. Fakat farede bile davranışın tümden duyusal olayların güdümünde olmadığına ilişkin kanıtlar pek çoktur: işe karışan merkezsel süreçler vardır.

               Hebb, merkezsel bir süreç olarak “dikkat”i şöyle açıklar:

            En basit anlatımla “dikkat”, tepkideki seçiciliğin temelindedir. İnsan ya da hayvan,   çevredeki bazı olaylara tepki yapmakta ve tepki yapabileceği (ya da fark edebileceği) başka olaylara tepki yapmamaktadır. Bir deney sonucu, açıklanabilmek için “zihinsel kurulma” ya da “dikkat”e başvurmayı gerektirdiği zaman, bu demektir ki tepkinin biçimini, kuvvetini ya da süresini yöneten etkinlik yalnızca reseptör hücrelerinin o tepkiden hemen önce gelen uyarılması değildir. Tepkinin böyle yönetilmemesini teorik olarak açıklamak güçtür; fakat bunda mistik bir nitelik yoktur ve “dikkat”in mutlaka antropomorfik, animistik ya da açıklanamaz olması gerekmiyor.

            Merkezsel sinir sisteminin elektrofizyolojisi beynin sürekli etkinlik içinde olduğunu gösterdiği için Hebb, duyusal uyarılmanın beyinde var olan etkinliğin üzerine binmesi gerektiğini ve duyusal olayın sonucunun önceden var olan etkinlikten etkilenmemesinin imkânsız olduğunu ileri sürer. Psikolojik olarak “kurulma”, “dikkat”, “tutum”, “umma”,”niyet” v.b. çeşitli terimlerle anlatılmak istenen sürekli ve düzenli bir seçici etkinliğin varlığı açık olduğundan,

            …artık teorik problem, bir uyaranın etkisini değiştirdiği postüle edilen merkezsel sinir sürecinin işleme kurallarını keşfetmektir. İlk bakışta bu yalnızca nörofizyoloğun problemidir. Fakat daha yakından bakılınca bu kuralların çıkarılmasına yarayacak kanıtların çoğunun psikolojik ya da davranışa ilişkin kanıtlar olduğu görülür. Her şeye rağmen problem dikkat problemidir ve en iyi biçimde sağlam hayvanın etkinliğinde görülür.  Bu problemin sırf fizyolojik  kanıtlara ya da sırf davranış kanıtlarına dayanarak çözümü olası değildir. İki tür veriyi birleştirerek yargıya varmak zorunludur.             

Sibernetiğin ve komünikasyon teorisinin psikolojiye etkisi

         Hebb’in The Organization of Behavior kitabının yayınlandığı 1949 yılı, N. Wiener’in Cybernetics  ve C. Shannon ve W. Weaver’ın The Mathematical Theory of Communication adlı kitaplarının yayınlandığı yıldır. Wiener servo-mekanizmalar ile  organizmalar arasında, otomatik kontrol prensiplerini içerme bakımından ortak bir yan görmüştür. Servo-mekanizma niteliği taşıyan makinelerde ya da organizmalarda etkinliğin sonucu, ayarlayıcı birime geri bildirilir ve sistem, sonraki etkinliklerini, o bilgiye  ve sağlanması gereken sonuca göre ayarlar. Wiener, kendini ayarlayıcı sistemler olarak canlı organizmalarda ve makinede kontrol ve komünikasyon problemlerini ele almış ve ortak prensiplere varmak istemiştir.

Bu konuda psikolojik düşünceye asıl etki komünikasyon teorisinden ve istatistiksel bilgi teorisinden (information theory) gelmiştir. Komünikasyon teorisi, çeşitli telekomünikasyon sistemlerinin bilgi iletme kapasitelerini belirleme ihtiyacından doğmuştur. Fiziksel mesaj taşıyıcılar olan sinyallerin doğru iletilmesi problemiyle ilgilenen teori, bilginin türü ve anlamı ile değil, miktarı ile uğraşır. Bir mesajın olasılığı ne kadar az ise içerdiği bilgi miktarı o derece çoktur. Bir sinyalin ya da mesajın içerdiği bilgi, bu istatistiksel anlamda, durumda var olan belirsizlik derecesi oranında, yani o sinyalin gelme olasılığının düşüklüğü oranında çoktur. Sinyal geldiği zaman, belirsizliği giderme anlamında bilgi verir.

Bir komünikasyon kanalında bilgi iletimi ile ilgili iki kavram gürültü(noise) ve bilgi azaltımı’dır (redundancy). Sinyalleri bozan ve bilgi iletimindeki verimliliği düşüren herhangi bir  faktör olan gürültü, kanaldaki random gürültü olarak ya da istenmeyen bir mesaj kaynağından gelen sinyallerin karıştırıcı etkisi olarak ortaya çıkabilir.  Gürültünün olumsuz etkisiyle mücadele etmek için mesaj, iletilebilecek maksimum miktardaki bilgiden daha az bilgi içerecek biçimde kodlanır. Sinyallerdeki bilgi azaltımı (sinyaller arasındaki istatistiksel bağımlılık derecesi), alıcı tarafta, kaybolan sinyalleri kestirerek gönderilen mesajı  doğru biçimde kurmaya yarar. Eğer peş peşe gelen sinyaller tamamen kestirilebilir ise azaltım %100’dür; Mesajı taşıyan sinyaller birbirinden tamamen bağımsız ve gönderilmesi mümkün alternatiflerin hepsi eşit olasılıklı ise azaltım  %0’dır. Komünikasyon bu iki aşırı uç arasındaki azaltım derecelerinde yapılır. Çünkü birinci durumda komünikasyona gerek yoktur; ikinci durumda ise sinyallerden biri çarpıtıldığı ya da kaybolduğu zaman onu kestirerek doğru mesajı kurmayı sağlayacak hiçbir ipucu kalmaz.

İstatistiksel bilgi teorisinin psikolojik düşünceye getirdiği yeni bakış, sadece algı planında ortaya çıkan uyaranın değil, ortaya çıkma olasılığı olup da çıkmamış alternatif uyaranların da yapılacak psikolojik işin güçlüğünü belirleyen bir etken olmasıdır. Bu durumda bir uyaranın ortaya çıkma olasılığı ne kadar düşükse belirsizlik o kadar fazladır;  bunun sonucu olarak, o uyaranın içerdiği bilgiyi analiz ederek yapılacak uygun tepkinin, yapılabilecek başka mümkün alternatifler arasından seçilerek yapılması da o derece güçtür.

Böylece istatistiksel bilgi teorisi, bir başka biçimde merkezsel süreçlerin önemine dikkat çekmiş oluyordu. Tepkiyi kararlaştırıcı psikolojik analizin güçlüğünü belirleyen faktör, uyaranın fiziksel özelliklerinden ayrı olarak, uyaranın içerdiği istatistiksel bilgi miktarıydı. Bu da doğrudan duyu ile algılanamayan, ancak merkezsel süreçlerle bilinebilen bir faktördü. Algı, tanıma ve hüküm verme süreçleri, olasılıkların tahminini gerektirir. İstatistiksel bilgi teorisi, psikologlara bu gibi süreçleri kantitatif terimlerle analiz etmede kullanabilecekleri güçlü bir teknik sunmuştur.

Broadbent: İstatistiksel bilgi teorisine (information theory) dayanan  açıklama girişimi

         İstatistiksel bilgi teorisi, “dikkat” problemine objektif ve  kantitatif bir yaklaşım getirdi. Aynı anda birden fazla kaynaktan gelen mesajların ne derece analiz edilebileceği ve uygun tepkinin yapılabileceği problemi incelendi. Donald E. Broadbent, 1958’de yayınladığı Perception and Communication adlı kitabında istatistiksel bilgi teorisinden yararlanarak hayvan öğrenmesi, özellikle “sönme” ve öğrenmede seçicilik problemleriyle  ilgili deneyler ile insanda becerili davranışlar arasında kavramsal bağlantı kuran orijinal bir analiz ve değerlendirme girişiminde bulundu. Hull’cı analizin pekiştirmeye bağlayarak açıkladığı hayvan davranışlarının dikkatteki seçicilik ile açıklanabileceğine ilişkin argümanlar ortaya koydu.

            Broadbent, 1959’da psikolojideki eski yaklaşımlarla istatistiksel bigi teorisini karşılaştırdığı bir kongre bildirisinde seçici dinleme deneylerinin verilerini gözden geçirerek  şu üç ana sonuca varıyordu:

            Birinci olarak, iki mesaj kulaklara  aynı zamanda sunulduğunda duyusal olmaktan çok merkezsel birtakım faktörler işe karışır. İkinci olarak, ortaya çıkan sonuçlar, fiilen gelmiş olan mesajların, gelmesi mümkün kaç mesaj arasından seçilmiş olduğuna göre değişir. Yani gelen bilginin hızı (birim zamandaki miktarı) önemlidir. Az bilgi veren iki mesajın eşzamanlı olarak analiz edilebilme şansı, her biri çok bilgi veren iki mesajınkinden daha fazladır. Üçüncü olarak, bir miktar bilginin dışlanması gerektiği zaman bu rastgele yapılmaz. Eğer materyalin bir kısmı ilgisizse, o kısmın,  ilgili materyalin geldiği yerden başka bir yerden gelmesi, daha şiddetli ya da daha hafif olması, farklı frekans özelliklerinin olması, bunlardan hiçbiri olmazsa kulak yerine göze verilmesi daha iyi olur. Hiçbir materyal dışlanmayacaksa bilgiyi vermek için iki ya da daha çok kanalın kullanılmasının pek az avantajı vardır.

 

Yapay zekâ araştırmaları

         İkinci Dünya Savaşı sırasındaki bilimsel çalışmalardan, yüksek hızlı dijital kompüter doğdu. İki önemli kavram ön plana çıktı: bilgi geri bildirimi(informational feedback) ve kompüter programı.  Silahı gütme probleminin çözümü, bilgi geri bildirimine dayanıyordu. Bu çözüm, amaç ve mekanizmanın bağdaşmaz olmadığını gösterdi. Makineler amaçlı olabiliyorsa zekâlı da olabilirler miydi? Savaş sürerken kompüter teorisine katkıda bulunmuş olan matematikçi A. M. Turing bu sorunun cevabını “taklit oyunu” ile vermek istedi. Oyunda bir  sorgulayıcı, bir kompüter terminali aracılığıyla biri insan biri kompüter  iki muhataba konuşur. Oyunun esası hangi muhatabın insan hangi muhatabın kompüter olduğunu söyleyebilmeyi sağlayacak sorular sormaktır. Eğer kompüter, sorgulayıcının onu insan sanmasına yol açıyorsa, Turing’in önerdiği bu ölçüte göre kompüterde zekâ olduğunu kabul edeceğiz demektir. Taklit oyunu, Turing’in 1950’de Mind dergisinde yayınlanan “Computing Machinery and Intelligence” makalesinden bu yana “Turing Testi” olarak bilinir. Yapay zekâ alanında çalışanlar, satranç oyunundan Mars’ın yüzeyini araştırmaya kadar insanların yaptığı birçok şeyi yapabilen makineler meydana getirmeye çaba gösterdiler.

            Kompüter ile programı arasındaki ayrım, bilişsel psikoloji için önemliydi. Bir kompüterin ne yaptığını, onun elektronic yapısı değil programı belirliyordu. Öyleyse bilişsel psikoloji, insanın nörolojisinden  değil insan zihninden –insanın programından-

söz etmeliydi.

            1950 yılından başlayarak problem çözen programlar yazan A. Newell, J. C. Shaw ve H. Simon’ın  1958’de Psychological Review dergisinde “Elements of a Theory of Problem Solving”  makalesi yayınlandı. Daha önceki makalelerini kompüter mühendisliği dergilerine yazmış olan yazarların bu makalesinin bir psikoloji dergisinde çıkması anlamlıydı. Bir sistemin davranışı, iyice belirlenmiş bir programla tasvir ediliyor, program da elemanter bilgi süreçleriyle tanımlanıyordu. Yazarların yaklaşımında, program bir defa belirlendikten sonra matematiksel sistemlerdeki gibi bir yol izleniyor.   Sistemin özellikleri, programdan (matematikteki eşitliklere denk) çıkarımlanıyor. Programdan kestirilen davranışlar gözlenen davranışlar ile karşılaştırılıyor. Olgulara uydurma gerektiği zaman programda değişiklik yapılıyor.

            Yazarların Genel Problem Çözücü (General Problem Solver) programının Turing’in varsayımsal yapay zekâ programından önemli farkı vardı. Yazarlar, Turing’in amaçladığından daha ileri giderek programlarının sadece  insanların ulaştığı sonucu gerçekleştirmesinin ötesinde  insanların çözme biçimi gibi bir yolla o sonuca  ulaştığı iddiasındaydı. Kendi programlarıyla kıyaslanınca, yapay zekâ araştırmacılarının programı insan gibi davranıyor fakat insan gibi düşünmüyordu. Örneğin, yapay zekâ araştırmacılarının  yazdığı satranç oynama programları, bir hamle yapmadan önce binlerce mümkün hamleyi değerlendiriyordu. Oysa usta bir santranç oyuncusu çok daha az sayıda alternatifi daha akıllıca değerlendiriyordu.  Newell, Shaw ve Simon yapay zekâdan kompüter simülasyonuna kayarak usta satranç oyuncusunun yaptığına benzer hamleler yapan programlar yazdılar.                    

Behaviorizmin eleştirisinden bilişsel psikolojiye geçiş

Behaviorist psikolojinin insan ve hayvan davranışlarını açıklamadaki yetersizliğini ortaya koyan  ve sonunda psikolojiyi behaviorizm kalıbının dışına çıkaran  gelişmeleri tanıttık. Bilişsel psikolojiye giden yolu açan gelişmeleri tanıttıktan sonra behaviorizm akımının psikolojiye yaptığı kalıcı katkıyı vurgulamak yerinde olacaktır:  Behaviorist akım gelip geçtikten sonra artık psikolojide, ne gözlenebilir davranışlardan hareket etmeksizin bir problem tasarlamak  ne de  gözlenebilir davranış kanıtlarıyla sınanamayan bir açıklamayı kabul etmek mümkündür.

            Doğrudan doğruya deneyimlerin içebakışla analizinden davranış olaylarının gözlemine geçiş, psikolojinin doğa bilimleriyle aynı temel metodolojiye dayanması yolunda iyi bir adımdı. Fakat behaviorizmin kurucusu Watson, yanlış bir objektiflik anlayışıyla “bilinç,” “zihin,” “düşünme,” “dikkat” gibi kavramları sübjektifliğe bulaşma korkusuyla reddetti. Gözlenemeyen süreçlerle ilgili olarak içebakışla sonuçlar çıkarmak ve  bu sonuçların doğruluğuna inanmak objektif bilimle bağdaşmayan bir tutumdu. Fakat düşünme ve dikkat gibi zihinsel süreçleri, onları kavramlaştırma gereğini doğuran davranış ölçütleri açıkça belirtilerek objektif bir tutumla kabul edilebilirdi. İşleyiş biçimi tasarımlanan o süreçlerle  davranışlar varsayımsal olarak açıklanabilir ve sonra da bir muhakemeye göre aranan yeni davranış kanıtlarıyla o açıklamaların doğruluğu sınanabilirdi. Böyle bir yolun sübjektiflikle bir ilişkisi olamazdı. Çünkü zihinsel süreçlerin tasarımı gözlenen olgulara dayanmak ve gözlenen yeni olgularla sınanmak zorundadır.

Gerek teori kurmada gerek teoriyi sınamada gözlem olgularına dayanma, doğrudan gözlenemeyen zihinsel süreçlerle uğraşmayı objektif bir zemine oturtur. Görüldüğü gibi bu yolla elde edilen kanıtların içebakışla sınanamaz biçimde bilgiye ulaşma çabasıyla bir ilgisi yoktur. Oysa Watson objektiflik adına, doğrudan gözlenemeyeni koşulsuz olarak düşünce dışında bırakıyordu ki böyle bir tutum fizikte bile söz konusu değildi.  Psikoloji bilimi, uyaran ve tepkileri hiçbir zihinsel süreç etkisi olmadan doğrudan ilişkiye getirmenin davranışlardaki karmaşıklığı anlaşılamaz yaptığını kabul ederek zihinsel süreçleri tasarımlama yoluna gitti. Bu, behaviorizmde eksik olan şeydi. Bu yola giderken algı planında ve davranış planında objektif gözleme sıkıca bağlı kalmayı koşulsuz olarak kabul etme, psikolojik araştırmaya  behaviorizmin katkısı idi. Bilişsel psikoloji, zihinsel süreçlere ilişkin bilgiyi doğrudan içebakışla değil, dolaylı gözlem kanıtlarıyla kurma girişimi olarak bilimsel ölçüte bağlı oldu.

            Yukarıda tanıtılan psikolojik gelişmelerin etkisiyle bilişsel psikoloji yönelişinde iki ana özellik kendini belli etti. Bunlardan biri zihnin bütünsel bir sistem olduğunu vurgulayan yapısalcılık (structuralism)görüşü, diğeri de zihin sisteminin dışarıdan bilgi alan (algı), bilgiyi işlemden geçiren (düşünme) ve erişilen kararlara göre eyleme geçen (davranış) bir bilgi işlem sistemi(information processing system) olduğu görüşü idi.       

                      Bilinç, dikkat ve performans kapasitesinin sınırlılığı

PSİKOLOJİNİN İNCELEME KONUSU VE AMACI AÇISINDAN BİLİNÇ VE DAVRANIŞ

         Psikoloji, canlıların ve özellikle insanın davranışlarını inceler. Psikolojinin amacı, davranışların oluşumunu anlamak, daha açık bir deyişle, davranışları doğuran sistemin işleyiş kurallarını bulmaktır. “Psikoloji” denince çoğu kimsenin aklına insanın iç dünyası, ruh halleri, bilinç ve zihin işlemleri gelir. Bunlar insan hayatı için anlamlı ve önemli kavramlar olmakla birlikte psikolojinin inceleme alanı olarak davranışları göstermenin bir gerekçesi vardır. Bütün bilimler gibi psikoloji de gözlenen olayların sebeplerini araştırır. Her birey kendi iç dünyasının, ruh hallerinin, bilincinin ve zihin işlemlerinin farkında olsa bile bu farkında oluş, yalnızca bireyin kendi iç gözlemiyledir. Onu başka hiçbir kimse gözlemleyemez. Bu nedenle, psikoloji objektif bir bilim olabilmek için herkesin dışarıdan ortaklaşa gözlemlediği olaylardan hareket etmek, onları açıklamaya çalışmak zorundadır. Psikoloji olaylardan hareket etmekle birlikte onları bir sistemin ürünleri olarak görür. “Zihin” adı altında kavramlaştırılan ve doğrudan gözlenemeyen bir sistem, belirli  kurallara göre bütün davranış olaylarını doğurur. Sistemi bilme, ilk bakışta birbiriyle ilişkisiz görünen olayların birbiriyle ilişkisini görmeyi sağlar.

            Araştırmacı ve teorici psikolog, gözlenenleri açıklamaya çalışırken gözlenemeyen zihin sistemini tasarımlar; gözlenenlerden gözlenemeyeni tahmin eder. Böylece her bireyin iç gözlemle farkında olduğu içsel psikolojik süreçleri, teorici, objektif olaylara dayanarak rasyonel biçimde kavranabilen bir sistem olarak tasarımlar.  Zihin sistemine ilişkin tasarım, açık ve seçik önermelerle ifade edilir. Sistemin işleyişini betimleyen önermelerden zorunlu mantıksal çıkarımla belirli koşullarda ne gibi olaylar gözleneceğine ilişkin kestirimler yapılır. Belirtilen deneysel koşullarda gözlenen olaylar kestirimlere uyuyorsa, o kestirimleri zorunlu mantıkla kendi yapısından çıkarmış olan sistemin doğru olma olasılığı vardır. İşte böyle çeşitli sınama işlemleriyle doğruluk olasılığı kuvvetlenen bir zihin sistemi tasarımı (varsayımı, teorisi) psikoloji biliminin ortaya koyduğu bilgidir.

            Psikolojinin gözlenebilir olayları, çeşitli koşullarda ortaya çıkan davranışlardır. Davranışları doğuran zihin sistemini tasarımlamaya çalışan psikoloğun işi, teknoloji uzmanı mühendisin işinin tam tersidir. Mühendis, somut bir durumdaki pratik amacı gerçekleştirecek makineyi, temel bilimlerin formüle ettiği prensiplerden yararlanarak yapmaya çalışır. Amaca uygun makineyi yapan mühendis onun nasıl işlediğini, onun davranışlarının nasıl doğduğunu, kısacası makinenin sistemini bilir. Temel bilimci psikoloğun görevi, hangi koşullarda ne gibi davranışlar doğurduğuna bakarak o davranışları doğurabilecek zihin sistemini tasarımlamak ve sonra varsayımsal tasarımını sınamaktır.           

İNSAN BİLİNCİNİN KENDİNE ÖZGÜ ÖZELLİĞİ

         Bütün canlılar kendi ihtiyaçları doğrultusunda çevreye ayarlanarak yaşamlarını sürdürebilmek için çevrelerinin bilincinde olmak zorundadır. Çevredeki olayların farkında olarak uygun tepkileri yapma anlamında bilinç bütün canlılarda vardır. İnsanda bilinç, yalnız çevre olaylarının değil, kendinin de bilincindedir. İnsan bu bakımdan başka bütün canlılardan ayrılır. İnsanın içebakış yapma yetisi bilincinin bu özelliğinden kaynaklanır. İnsan düşünmekle kalmaz, düşüncelerinin bilincinde olur. İnsan bilinci kendi düşüncelerini incelemeye alabilir, eleştirebilir. Daha eyleme geçmeden muhakeme planında düşüncelerinin eylem planıyla ilgili mantıksal sonuçlarını çıkarabilir. Çıkardığı sonuçları, kendi amacıyla bağdaşmaz görürse başka bir yönde düşünmeye başlar.   

         İnsanın konuşma kabiliyeti, içebakış yapma ve kendi düşüncelerini inceleme kabiliyetiyle ilişkilidir. İnsan soyutlama ve kavramlaştırma yapabildiği için dil olgusu ortaya çıkmıştır. Dil, algı içeriklerini sembollerle zihinde temsil etme kabiliyetidir. Dilin bütün sözcükleri birinci olarak birer sembol, ikinci olarak soyutlama ve kavramlaştırma ürünüdür. “Çiçek” sözcüğü kendinden başka bir şeyi temsil eden bir semboldür ve aynı zamanda çiçek denilen somut algı içeriklerinden soyutlama yoluyla ulaşılmış bir kavramdır. “Çiçek”, binlerce çeşit  somut çiçekleri temsil eder, fakat özellikle onlardan herhangi bir somut çiçeği belirtmez.        

İÇEBAKIŞ  VE BİLİM

Zihin sistemi, kendisinin nasıl çalıştığını bilmeye değil, önündeki işi yapmaya ayarlıdır. Sistem, algı yoluyla dış dünyaya ilişkin bilgi alır, organizmanın ihtiyaçları ve amaçları doğrultusunda ne yapılması gerektiğine sembolik düşünme yoluyla karar verir ve kararlaştırdığı eylemi yapar. İnsanın kendi ruh hallerinin ve zihin işlemlerinin farkında olması, onun bilgi kurma kabiliyetinin temelindedir. Bütün canlılar somut deneyimlerden geçer; bir anlamda bilgilenirler. Fakat bu bilgi onların tepkilerini etkilemekle birlikte, hiçbir hayvan türünde tepkilerden soyutlanmış olarak zihinde sembollerle temsil edilen bir bilgi içeriği yoktur. Sembolik düşünme kabiliyeti ve onunla koşut dil kullanma kabiliyeti insan bilgilerinin somut dünyadan ve tepkilerden ayrı sistematik bir yapı olarak zihinde kurulmasına yol açmıştır.

İnsan içebakış yapamasaydı bilim de yapamazdı. Çünkü bilim yapabilmek için soyut düşünme planında bir problem görmek ve ona yine soyut düşünme planında bir çözüm bulmak gerekir. Bir bireyin kendi ihtiyaçları açısından karşılaştığı somut koşullar içinde ihtiyacını giderecek somut bir eylem düşünmesi, bir bilimsel probleme çözüm bulmaktan çok farklı bir şeydir. Bilimsel bir problem, insanın somut ve tikel bir ihtiyacını karşılamaktan ayrı olarak olayı kendimizden bağımsız objektif planda ele alarak “nasıl oluyor da böyle oluyor?” diye sorarak ortaya konur. Bu nitelikteki problemin çözümü, eylemsel planda değil, kavramsal plandadır.

İçebakışın bütün bilimler için öneminden ayrı olarak, psikolojide, birçok problemlerin farkına içebakışla varıyoruz. Hatırlamanın, tanımanın duygulanmanın ve heyecan duymanın, algıların, anlamanın ve anlayamamanın içebakışla farkında olmasak ve farkında olduğumuz psikolojik deneyimleri gözlenen davranışlarla ilişkiye getirmesek    psikoloji diye bir bilimin içi boş olurdu. İçebakış metoduna isyan etmekle kalmayıp zihin denilen sistemi yok sayan  behavioristler bile birçok problemin içebakışla farkına vardıktan sonra onları uyaran-tepki bağlantılarına indirgeme yoluna gitmiştir. İnsan zihninde algılama, hatırlama, düşünme ve hayal etme süreçlerinin varlığını kabul eden bilişsel psikologlar, içebakışla sezdikleri zihin süreçlerini, deneysel davranış kanıtlarıyla rasyonel biçimde kavramsal planda kurmaya uğraşır. Bu yolla kurgulanan zihinsel süreçlerin birçok özellikleri içebakışla yakalanamasa da, hatta bilimsel açıdan naiv sağduyuya aykırı gelse de, o süreçleri tasarımlayan teori, deneysel sınama ile elde edilen objektif davranış kanıtlarıyla desteklendiği sürece doğru kabul edilir.           

ZİHİN: BİLİNÇ VE BİLİNÇ DIŞI

         Zihin, gözlem verisi bir olgu değil, gözlenen davranışları açıklamak için postüle edilen bir sistemdir. Bilinç zihin sisteminin bir parçasıdır. Zihin sistemi içinde bilincin gördüğü kendine özgü işlevler olmakla birlikte zihin bilinç ile bir tutulamaz. Çünkü davranışları doğuran zihin süreçlerinden birçoğu bilince yansımadan cereyan eder.  “Düşünme” ve “hafıza” adı altında kavramlaştırdığımız süreçlerin bir kısmı bilince yansımaz. Bilince yansıma gereği olmaksızın sistemde cereyan eden bazı süreçler davranışların ortaya çıkmasına ve değişen koşullara ayarlanmasına katkıda bulunur. Şunu vurgulamak yerinde olur ki biyolojik açıdan önemli olan şey, zihin süreçlerinin bilince yansıyıp yansımaması değil, davranışların tam yerinde ve zamanında, koşulların gerektirdiği biçimde yapılmasıdır. Hatta bazı durumlarda tepki, özellikle bilince yansımayan süreçlerle ortaya çıktığı için anında ve hiç aksamadan yapılır. Bu durumlarda bilince yansımama bir avantajdır. Bilinçli kararlar vererek tepkilerin yapıldığı durumlarda bile süreçler bütün ayrıntılarıyla bilince yansımaz.

            Organizmanın bütün biyolojik sistemleri gibi zihin sistemi de yaşamın sürdürülmesine yarayan birtakım işlevleri yerine getirmek için vardır. Yukarıda belirtildiği gibi birçok süreçlerin bilinç dışında cereyan etmesi zihnin normal çalışma biçimidir.

Bilinç dışı kavramı, psikanalizin kurucusu Freud’un bilinç altı kavramından ayırt edilmelidir. Bilinç altı kavramı, bilinçteki bir deneyimin, kişide iç çatışması doğurması ve katlanılmaz derecede ruhsal acı vermesi yüzünden zihin sisteminde bilinç altına itilmesidir. Bilinç altı deyimi mecazlı bir anlatımdır. Zihin sistemi alt ve üst uzamsal kısımları olan bir cisim gibi düşünülmemeli, onun bir işlevler ilişkisi ve süreçler yapısı olduğu göz önünde tutulmalıdır. Bu bakımdan, Freud’un bilinç altına itilme tasarımı, bir içeriğin bilinçli olarak farkında olmayı engelleyen zihinsel etkinlik olarak düşünülmelidir. Bir zihinsel içeriğin bilinç dışına itilmesi de onun yeniden bilinçli duruma gelmesine direnme de bilinçsizdir.

Psikanalitik anlamda bilinç dışına itilme, zihin sistemini etkileyen ve davranış bozukluklarına yol açan patolojik bir olgudur. Bazı süreçlerin zihin sisteminin işleyişi gereği bilince yansımadan cereyan etmesi normaldir. Niteliği gereği bilince zaten yansımadan cereyan eden bilinç dışı süreçlerde zihin sistemi ekstra bir enerji harcamaz. Hatta bu süreçlerin bilince hiç yansımaması, kapasitesi yani birim zamanda işleyebileceği bilgi miktarı  sınırlı olan bilincin ekonomik kullanılması demektir. Oysa bilinç altına itilme yoluyla bilinç dışı kalma, bir ekstra enerji harcanarak gerçekleştirilir. Bilinç altına itilmiş bir içeriğin yeniden bilince dönüşünün engellenmesi de yine sürekli enerji harcanmasını gerektirir. Nörotik kişinin zihin kapasitesinin azalması ve kendini sürekli yorgun ve bitkin hissetmesi, rahatsız edici içeriği bilinç altında tutmak için enerji harcanması yüzündendir.

DİKKAT KAVRAMI

Wundt’ta dikkat

            Wundt, dikkati iki farklı biçimde ayrı adlar altında kavramlaştırmıştı. Bunlardan biri dikkati yöneltme (Aufmeksamkeit), diğeri kavrayarak belirleme’dir (Apperzeption). Wundt’a göre bu terimler bir ve aynı psikolojik olaydan soyutlayarak kavramlaştırdığımız yönleri gösterir. Wundt, “bu terimlerden ilkini olayın sübjektif yönü olan duyum ve duygulara, ikincisini bilinç içeriğindeki objektif değişmelere işaret etmek üzere” kullanır. Wundt, bilinç içeriğinin belirginliğini onun şiddetinden ayırt eder. Öyle ki biz zayıf izlenimlere kuvvetli, şiddetli izlenimlere zayıf dikkat (Aufmerksamkeit) yöneltebiliriz. “Bu bakımdan biz algı (Perzeption) terimiyle sadece herhangi bir içeriğin saptanabilir biçimde bilince girmesini, Apperzeption terimiyle  o içeriğin dikkat (Aufmerksamkeit) yoluyla  kavranmasını kastediyoruz.” Wundt’un bu ifadesinden anlaşılıyor ki dikkat ederek belirlemek dikkati yöneltmenin devamı olan bir zihinsel etkinliktir.

James’te düşünce akışı ve dikkat

William James, “ancak dikkat ettiğim şeyler zihnimi biçimlendirir—seçici ilgi olmasa deneyim bir karmaşadan başka bir şey olmazdı” demiştir. 1890’da yayınlanan Principles of Psychology adlı eserinde bugün de bilişsel psikolojide ele alınan konulara canlı bir dille değinmiş ve keskin gözlemlerini iletmiştir.

James’e göre, en basit öğelerdir diye duyumları en başta ele almak yanlıştır. Başlangıçta postüle edilebilecek tek gerçeklik düşünme olgusudur. Bilinç bir sürü objeler ve ilişkilerle doludur. Kimsenin basit bir duyum deneyimi olmamıştır. Bizim basit duyumlar dediğimiz, gerçekte son sınırına zorlanmış ayırt edici dikkatin sonuçlarıdır. Bu nedenle James, düşünme olgusunu zihin yaşamının temeli olarak görür.

Düşünce sürer gider. Acaba bu sürecin belirgin özellikleri nelerdir?

  • Her düşünce, kişisel bilincin bir parçasıdır. “Benim düşüncelerim benim başka düşüncelerime aittir, sizin düşünceleriniz sizin başka düşüncelerinize aittir.”
  • Her bir kişisel bilinç içinde düşünce sürekli değişir. Bununla hiçbir zihinsel durumun bir süresinin olmadığı değil, fakat “gelip geçen hiçbir zihinsel durumun aynen yinelenemez olduğu” kastedilmektedir. Biz aynı objeyi ikinci kez, önce görmüş olmanın değişikliğe uğrattığı bir beyinle görürüz.
  • Her bir kişisel bilinç içinde düşünce süreklilik gösterir. Düşüncenin sürekli değişim içinde olmasıyla sürekliliği arasında bir çelişki yoktur. Şöyle ki düşünce içeriği ne olursa olsun peş peşe farkında olduğumuz bütün şeyler arasında bir bağ vardır. Bir andan öbürüne meydana gelen değişmeler, bir kesinti doğuracak biçimde bağımsız değil, daima bir durumdan öbürüne geçişi sağlayacak biçimde görecelidir.
  • Düşünce daima kendi dışındaki objelerle uğraşır. Obje ne kadar karmaşık olursa olsun onun düşüncesi, bölünmemiş bir tek bilinç durumudur. Karmaşığın düşüncesi, çağrışımcı psikolojinin zannettiği gibi onu oluşturan ayrı fikirlerin birbirine eklenmesinden oluşmaz.
  • Düşünce, objesinin her parçasıyla birden değil, daima onun bir parçasından çok öbür parçasıyla ilgilidir. Yönelir ya da görmezden gelir; yani seçer. Herhangi bir duyu organından gelen duyumlar arasından dikkat bazılarını seçer, bazılarını bastırır. En yüksek ve en işlenmiş zihin ürünleri, çeşitli düzeylerdeki seçme işlemlerinin sonuçlarıdır.

James’e göre dikkat, eşzamanlı olarak mümkün birden çok obje ya da düşünce çizgisinden birinin açık ve canlı olarak zihni kaplamasıdır. Dikkatin esası bir eksen etrafında odaklanmasıdır. Bunun anlamı, bilincin bazı şeylerle uğraşabilmek için başka şeylerden çekilmesidir.    

                Dikkatin eşzamanlı olarak kaç fikir ya da objeyle uğraşabileceğini, şiir okurken aritmetik problemi çözmek gibi gözlemlere dayanarak inceleyen James şu sonuca varır: Eğer soruda kastedilen, birbiriyle tümden bağlantısız  kaç düşünce sürecinin eşzamanlı olarak yürütülebileceği ise buna verilecek cevap, süreçler alışkanlık niteliğinde değilse kolaylıkla birden çok olamayacağı, süreçler kuvvetli alışkanlık durumunda ise iki hatta üç tanesinin mümkün olduğudur

Duyusal dikkat ve düşünsel dikkat

            James, dikkatin dış uyaranların etkisiyle doğduğu gibi zihinsel ilgiden de doğabileceği gözlemini yapar. Birincisine duyusal dikkat, ikincisine  düşünsel dikkat der. Bir konu ya da uyaran başka hiçbir şeyle ilişkiye gerek kalmadan kendiliğinden dikkati çekerse bu doğrudan dikkat, doğrudan ilgi çekici başka bir şeyle bağlantılı olduğu için dikkati çekiyorsa dolaylı dikkat’ten söz edilir.

Aktif dikkat ve pasif dikkat

            James aktif ve pasif dikkat ayrımı yapmıştır. Aktif dikkat istemlidir ve daima dolaylıdır. Biz ancak uzak bir ilgi uğruna bir objeye dikkat etmek için çaba harcarız.  Duyusal ve fikirsel dikkatin her ikisi de pasif ya da aktif olabilir.

            Pasif ve doğrudan duyusal dikkatte, uyaran ya çok şiddetli ya da ani bir duyusal izlenimdir. İzlenim şiddetli değilse, fakat böyle olan ya da ilgi verici bir şeye önceki deneyimlerle bağlanmışsa o zaman pasif duyusal dikkat dolaylıdır. Çok hafif bir tıkırtı etrafın gürültüleri arasında işitilmeyebilir. Fakat zayıf ses bir sinyal özelliğini kazanmışsa ayırt edilerek algılanması o kadar zor olmaz. Bir anne yan odadan gelen ve başkalarının farkına varmadığı bebek ağlamasını duyar.

            Pasif fikirsel dikkatte bazen dış şeylere o kadar çok kapanabiliriz ki “unutkan”, “dalgın” ya da “kendi âleminde” diye nitelenen bir duruma gireriz. Bu “kendini kaptırma” durumu o kadar derin olabilir ki sadece sıradan duyumlar değil çok şiddetli ağrı bile silinebilir.

            Aktif ya da istemli dikkatte bir çaba duygusu vardır. Duyusal alanda, bir izlenim çok sönük ya da benzer birçok izlenimlerden zor ayırt edilir olduğu zaman onun ne olduğunu saptamak istediğimizde istemli dikkat söz konusudur. Daha şiddetli uyaranların etkisine direnerek zihnimizi çekici olmayan bir obje ile uğraşmaya yöneltmek istediğimiz zaman da böyledir. Belirsizlik taşıyan bir fikri belirginleştirmeye çalıştığımız zaman istemli fikirsel dikkat söz konusudur. Bir ziyafette bütün davetliler yüksek sesle heyecanlı  ve ilginç şeyler konuşur ve kahkaha ile gülerken yanımızdakinin özel olduğu için alçak sesle söylediği sözleri anlamak için büyük çaba harcarız.

            İstemli dikkat uzun uzadıya sürdürülemez. Dikkati sürdürme konuyu yeniden zihne getiren peş peşe çabalarla olur. Konu zihne uygun ise gelişir ve konunun gelişmesi ilginç ise bir süre zihni pasif olarak kaplar. Bu pasif ilgi uzun ya da kısa olabilir ve gevşer gevşemez dikkat ilgisiz bir şeye yönelir; o zaman istemli bir çaba dikkati yine konuya dönülür. Bu biçimde dikkat saatlerce sürdürülebilir fakat belirtmek gerekir ki dikkatin odaklandığı obje psikolojik anlamda aynı obje değildir; sadece aynı konu içine birbirini izleyen objelerdir. Değişmeyen bir obje üzerinde dikkati sürekli toplamak mümkün değildir.

Dikkatin sınırlılığı ve otomatizm

            James’in içebakışa ve dikkatli gözleme dayanan görüşleri 20.yüzyılın ikinci yarısına girerken merkezsel zihin süreçlerine yeniden ilgi doğmasıyla gündeme gelmiş ve Broadbent onun görüşleri ışığında dikkati deneysel koşullarda ve istatistiksel bilgi teorisi kavramlarıyla incelemiştir. Broadbent’i daha sonra başka araştırıcılar izlemiş, performans kapasitesini sınırlayan dikkat ve kısa süreli hafıza araştırmaları ön plana çıkmıştır.

          Modern terminolojide James’teki aktif dikkat yukarıdan aşağı güdümlü(top down processing), pasif dikkat  ise aşağıdan yukarı güdümlü(Bottom up processing) olmuştur. Dikkat, bireyin amaçlarıyla ya da zihinsel ilgileriyle yönlendiriliyorsa, yani yukarıdan aşağı güdümlü ise aktiftir;  dış uyaranlardan kaynaklanıyorsa, yani aşağıdan yukarı güdümlü ise pasiftir. Aşağıdan yukarı  dikkat yukarıdan aşağı dikkatten daha hızlı ve daha güçlüdür.

            Dikkatin malzemeleri duyumlar, hafıza içerikleri ve düşüncelerdir. Bu öğelerin  belli bir anda çeşitli oranlarda birleşmiş olarak sunduğu bilgi miktarından ancak dikkat kapasitesinin seçtiği  sınırlı bir miktar işleme girer. Dikkat araştırmalarında deneysel olarak daha çok duyu kanallarından gelen dış uyaranlar kullanılmıştır; çünkü bu tür malzemeler kontrol altında ve ölçülü olarak sunulabildiği halde hafıza içerikleri  ve düşünceler üzerinde kontrol sağlamak kolay değildir.

            Birçok bilişsel süreçler bilinçli dikkat yönetiminde yapılırsa da bazıları tamamen otomatik biçimde bilinç araya girmeden  yürütülür. Bununla birlikte gerçeğe uygun yaklaşım, iki kategori arasında bir süreklilik olduğunu, bir ve aynı sürecin bilince yansımayan otomatik kısımlarının ve bilinçle kontrol edilen kısımlarının olduğunu kabul etmektir. Bir virtüoz piyanist performansını bilinçle yönetmekle birlikte performansındaki birçok kısımlar egzersizle otomatikleşmiştir. Bilinçli yönetim yeni pasajların başladığı noktalarda gereklidir ama bir defa geçiş yapılınca gerisi bilinçli dikkat işe karışmadan yürütülür.

            Bilincin aradan çıktığı rutin işlerde otomatikleşmiş süreçler avantaj sağlar. Fakat sıra dışı bir değişikliğin yapılması gereken durumlarda otomatikleşmiş olma dezavantaj olabilir. Otomobille her günkü yoldan eve dönerken bir yere uğramak için belli bir yol ayrımında öbür tarafa sapmamız gerektiği halde  yine aynı tarafa girebiliriz. Bu durumu unutkanlıkla açıklamak mümkün gibi görünürse de unutkanlığa sürükleyen faktör eve gidiş sürecinin otomatikleşmiş olmasıdır. Bu nedenle uçak ve otomobil kullanma gibi tehlikeli olabilecek durumlarda güvenlik önlemlerinin otomatikleştirilmesine ve uyarı sistemlerinin geliştirilmesine önem verilmektedir.

 

DUYUSAL ADAPTASYON VE KANIKSAMA (HABITUATION)

            Duyu adaptasyonu, aynı uyaranın bir süre verilmesiyle duyu organının duyarlılığının azalmasıdır. Tersinir bir olgudur. Uyaranın uygulanması sona erdikten sonra duyarlılığın artması süreci başlar ve bir süre sonra uyaranın uygulanmasından önceki duyarlılık derecesine ulaşılır. Bu fizyolojik bir olgudur. Bütünüyle duyusal bir olgudur. Geçmiş deneyimler duyusal adaptasyonu ne azaltır ne de artırır. Kanıksama, bir uyaranın yararlı ya da zararlı  bir sonuç doğurmadan ortaya çıkışına uyaranın tekrarlanması yoluyla alışarak ona dikkat etmez ve tepki yapmaz duruma gelmektir. Bu, bilişsel yanı olan bir olgudur ve  basit bir negatif öğrenme olarak görülebilir. Çünkü alışmada  (kanıksama) öğrenilen şey, birçok kez tekrarlandığı halde önemli bir sonuç doğurmayan bir uyaranı dikkate almamak ve ona başlangıçta yapılan tepkiyi yapmamaktır. Geçmiş deneyimlerin sıklığı ve yakın zamanda oluşu psikolojik bir olgu olan kanıksamayı artırır.

            Bilinç düzeyinde kanıksama denilen olgunun refleksif düzeyde kökleri vardır. Doğuştan bir tepkinin, uyaranın tekrarlanması ve biyolojik önemi olan herhangi bir sonuç ortaya çıkmaması durumunda yavaş yavaş kaybolması olgusu çok basit organizmalardan başlayarak bütün canlılarda görülür. Salyangozun kabuğuna hafifçe vurulursa hayvan kabuğun dışında kalan kısmı içeri çeker. Fakat vuruş kısa ve düzenli aralıklarla tekrarlanırsa tepki her seferinde biraz daha azalır ve sonunda kaybolur. Ancak olay geçicidir ve bir zaman sonra yeniden kabuğa vurulduğunda kendiliğinden ortaya çıkar.

Beyinden yönetilen bir reflekse (irade dışı göz kırpma) göre aşağı merkezlerden yönetilen

bir refleksin (diz kapağı refleksi) kanıksama yoluyla kaybolması daha zordur. Uyaranın niteliği ve şiddeti de önemli bir faktördür. Ağrı verici ya da çok şiddetli uyaranı kanıksama yoluyla tepkinin kaybolması zordur. Alışma da diyebileceğimiz kanıksama olgusu, duyu adaptasyonundan farklı olarak dikkatin adaptasyonudur. Bir duvar saatinin tik taklarını algılamaz duruma geldiğimiz zaman duyu organının duyarsızlaşması değil dikkatin sönmesi söz konusudur. Tren hattı yakınına taşınmış bir kimse, önceleri çok rahatsız olduğu tren gürültüsüne  bir zaman sonra dikkat etmez olur. Tren gürültüsünü algılamaz olduğunu arada bir gürültü tekrar dikkatini çektiğinde ancak fark eder. Bir tıp öğrencisinin işinin ehli bir doktor olması, hoş olmayan çeşitli görüntülere alışmasına bağlıdır. Bunu başaran doktor, insanlık bakımından duygusuzlaşmış değildir; bütün dikkatini teknik olarak yapmak zorunda olduğu işe yönelttiği için tekrarlanan görüntülere dikkati adapte olmuştur. Adaptasyon, psikolojiyi de içine alan geniş biyolojik çerçevede,  yaşamın daha önemli işlerine dikkati ayırabilmek için, yapılması gerekli iş bakımından önem taşımayan olaylara dikkat etmeme anlamına gelir.

Dikkat ve değişiklik

            Yoğun bir trafik gürültüsüne alışarak duymaz olabilir, hatta fazla etkilenmeden uyuyabiliriz; fakat birden açılan bir kapı gıcırtısı ya da yere düşürülen bir cismin çıkardığı göreceli hafif sesle  hemen uyanabiliriz. Daha da ilginci, televizyon açıkken uykuya dalmış bir kimse rahatça uyusun diye kapatırsanız, ani sessizlik kişiyi uyandırır. Bu örnekler gösteriyor ki dikkat sürekli ya da tekrarlanan uyarana adapte olur, ama ani ve değişik uyarana, bu ani değişiklik uyaranın kesilmesi biçiminde olsa bile duyarlıdır. Buna benzer olarak görme alanı içindeki ani değişiklikler ve özellikle hareket, dikkati kendine çeker; daha fazla ve detaylı incelemeye yöneltir. Biyolojik açıdan değişikliğe duyarlılığın işlevi açıktır. Statükonun sürdüğü bir ortamda ani değişiklik, olumlu ya da olumsuz yönde organizma için önemli sonuçlar doğurabilir. Bunun niteliğini saptayarak gerekiyorsa önlem almak organizmanın yaşamını sürdürmesi bakımından önemlidir.

Aktive edici retiküler oluşum ve dikkat

            Duyusal uyaranların etkisi, beyne davranışı yönlendirecek duyusal ipuçları sağlamanın ötesinde organizmanın genel uyanıklık düzeyinde değişme meydana getirmektir. Organizmalar bazen uykudadır, bazen uyanıktır. Fakat uyanıkken bile heyecanlı ya da sakin, gergin ya da gevşek olma gibi çok çeşitli uyanıklık düzeylerinde bulunabilir. İşler görmek için gerekli enerji uykuda en az düzeydedir. Fakat panik ya da aşırı heyecan durumunda da işlerin yapılışını amaca uygun biçimde yönetebilmek için gerekli olandan çok daha fazla uyarılma vardır. Bu iki uç durumda otonomik sinir sisteminin kontrolünde olan irade dışı bedensel süreçler çok farklı durumdadır. Panik durumunda uykudakine göre kan basıncı daha yüksek, nabız daha hızlı ve ter bezleri daha aktiftir. Somatik sinir sisteminin kontrolünde olan istemli kasların etkinliği, düşük uyanıklık düzeylerinde yüksek uyanıklık düzeylerindekine göre daha azdır. Uykuda kaslar gevşek, yüksek uyanıklık düzeyinde daha gergindir. Bu iki durumda beynin elektriksel etkinliğinde de farklar vardır. Uykuda kaydedilen amplitüdü (yüksekliği) fazla hızı (frekansı) düşük delta dalgaları, çeşitli uyanıklık düzeylerinde yerini başka özelliklerdeki dalgalara bırakır. Fakat birleşik bir tablo olarak bu uyanıklık düzeyi ölçüleri arasındaki korelasyon çok yüksek değildir. Bu da uyanıklık düzeyi kavramının tek boyutlu basit bir olguya dayanmadığını düşündürür. Ama böyle bir kavramlaştırma, ampirik araştırmalara yön verme bakımından yine de verimli olabilir.

            Dikkat ve performans ilişkisi açısından beynin korteks altı bölgesindeki retiküler oluşumun işleviyle ilgili bulgular, bizi dikkat olgusunun psikolojik karmaşıklığı üzerinde düşünmeye yöneltir. Ağsı bir yapıda olan  retiküler oluşum, genel uyanıklık ve uyarılma düzeyi ile ilgilidir. Bu oluşumdan gelen empülsler korteksin uyku durumundaki yüksek amplitüdlü yavaş dalgalarını durdurarak onların yerine dikkatin göreceli gevşek olduğu uyanıklığın  hızlı ritmli  alfa dalgalarını geçirir. Bu dalgalar da direkt duyusal uyarılma durumunda bloke olarak yerini düşük amplitüdlü fakat çok daha hızlı beta dalgalarına bırakır. Duyu organlarından gelen empülsler bir taraftan sinir yollarından doğrudan duyusal kortekse giderken bir kol da retiküler aktive edici sisteme ayrılır. Bu sistem hem duyu korteksine hem de korteksin diğer kısımlarına empülsler göndererek korteksin, duyusal empülsleri uyanık bir düzeyde almasını ve  onlarla etkin biçimde uğraşmasını sağlar. Duyu korteksine gönderilen empülsler, korteksin ilgili duyu modalitesine özellikle duyarlı olmasını da sağlar.  Fakat korteks de duyusal yoldan gelen spesifik mesajları alınca retiküler oluşuma empülsler göndererek onun etkinlik düzeyini artırır. Böylece uyanıklık düzeyinin ayarlanması ve duyusal mesajlarla gereği gibi uğraşılması  bakımından retiküler oluşum ile korteks arasında iki yönlü bir etkileşim vardır.

 

BİLİNÇLİ DİKKATİN ÜÇ ANA İŞLEVİ

            İşleyiş biçimi bakımından bilinçli dikkat üç değişik durumda kendini belli eder.

1- Belli bir sinyalin varlığını saptama: a) Seyrek ortaya çıkan sinyali gözetleme ve ortaya çıktığını belirleme b) Hedef uyaranı başka uyaranlar arasında arama. 2- Seçici dikkat: Bazı uyaranları, onlarla uğraşmak üzere seçme ve başka uyaranları dışlama. 3- Dikkati iki ayrı işe bölme: Aynı anda birden çok ödevi yürütecek biçimde dikkat kapasitesini kullanma. Sinyal keşfi teorisi(signal detection theory), karar verme gibi bilişsel süreçlerin fiziksel uyaranı duyumlama süreci ile etkileşimi sonucunda duyumun alındığını saptama olayının belirlendiğini ileri sürmüştür.

            Motivasyonel faktörlerin karar verme sürecinde önemli olduğu vurgulanmıştır. Bir yandan sinyalin varlığını  saptamada isabet (doğru pozitif) ile yanlış alarm verme

(yanlış pozitif) arasında,  öte yandan sinyalin yokluğunu doğru olarak saptama (doğru negatif) ile sinyalin ortaya çıktığını  kaçırma (yanlış negatif) arasında yapılan göreceli kâr-zarar hesabının, karar verme sürecinin sonucunu etkileyen önemli bir motivasyonel faktör olduğuna işaret edilmiştir.

            Gözümüzü laboratuvardan genel olarak günlük yaşam dünyasına çevirirsek çevredeki önemli sinyalleri keşfetmenin ve uygun tepkileri ayarlamanın önemi anlaşılır. Bir nöbetçinin gözetleme davranışı ya da karanlık bir sokakta giderken  garip ses ya da görüntüleri belirlemeye çalışma, ya da bir depremin ardından bir gaz kaçağının varlığını saptamak için tetikte olma  birkaç örnektir.                

Gözetleme davranışı ve dikkatin çözülmesi

            Bazı durumlarda algı başlangıçta oldukça belirgin ve doğrudur, fakat iş süregeldikçe bozulma başlar. Özellikle birbirine benzer olaylar uzun diziler halinde gelir ve onların izlenmesi gerekirse sonuç budur. Çok az değişikliğin olduğu böyle durumlara deneysel bir örnek, Mackworth’un ‘saat testi’dir. Bir saat kadranına  benzer bir yüzey üzerinde bir gösterge her saniye küçük sıçramalarla hareket eder; düzensiz ve seyrek aralıklarla gösterge bir misli uzun sıçrama yapar. Gözlemcinin görevi bu çift sıçramalara dikkat etmek ve onları bir düğmeye basarak bildirmekti. Denekler, yarım saat çalıştıktan sonra çift sıçramaları fark etmemeye, kaçırmaya başlamıştır. Bununla birlikte, motivasyonu yükseltici önlemler alarak verimliliğin sürdürülmesi mümkün olmuştur. Bu önlemler arasında, her çift sıçrama olduğunda,  tepki yapıp yapmadığını deneğe haber vermek başta geliyordu.

YILMAZ ÖZAKPINAR

Yorumlar

Yorum Bırakın