Psikanalitik Teori ve Tarihsel Gelişimi / Sigmund Freud

“Ne gerçek bir bilim adamıyım, ne bir gözlemciyim, ne bir deneyciyim, ne de bir düşünürüm. Mizaç olarak ben bir conquistador’um, bir fatihim, bir kaşifim...” (1 Şubat 1900, Wilhelm Fliess’e mektubundan)

 6 Mayıs 1856, çek asıllıların yoğun olduğu ancak Yahudi nüfusun -tıpkı yönetici sınıf gibi- almanca konuşmayı tercih ettiği Freiberg (Pribor): Kumaş tüccarı Jacob Freud’un üçüncü eşi Amalie Nathanson ilk çocuğunu dünyaya getirir; Sigmund (Sigismund Schlomo).

Dört yıl sonra, 1860 yılında yarı müflis bir halde baba Jacob Freud ailesini alıp Viyana’ya göç eder. Sigmund’un her zaman nostalji ile anacağı Moravia’nın yeşil çayırlarının, ormanlarının yerini gürültülü ve kozmopolit bir şehir alır. Zor yıllar; 7 yaşındayken ebeveynlerinin yatak odasına bilerek işediğinde babasının yıllar boyu kulaklarında çınlayacak sözü: “Bu çocuktan hiçbir şey olmayacak!”

Sigmund parlak bir lise yaşamı geçirir, hep sınıf birincisidir, edebiyata düşkündür, Shakespeare’e, Ludwig Börne’e hayrandır. On yedi yaşındayken bakalorya sınavını geçer, sınav konuları arasında Sofokles’in Ödipus adlı eserinin Yunanca’sından bir bölümün tercümesi de vardır!

Liseden sonra seçtiği tıp eğitimi hakkında “hekimlik için hiçbir zaman özel bir ilgi duymadım, beni hareketlendiren öğrenme açlığımdı ve bu da aslında insan ilişkilerine yönelikti” diyecektir.

1881 yılında zorlukla bitirme sınavını verip tıp doktoru olur ve nöropatoloji alanında çalışmaya başlar.

1882 yılının bir nisan akşamında kendisinden beş yaş küçük olan Martha Bernays ile tanışır. O yıla kadar karşı cinsle son derece kısıtlı bir deneyimi olan Sigmund’un  duyguları alevlenir, her gün bir gül ve yanında bazen Latince, bazen İspanyolca, bazen İngilizce ve bazen de almanca bir mektup ile  Martha’ya aşkını ilan eder. 17 sayısının uğurlu olduğuna inanan Sigmund 17 Haziran 1882’de nişanlanır. Kıskanç ve püriten bir nişanlı olan  Sigmund evliliği için gereken parayı biriktirmek amacıyla 1886 yılına dek bekler.

Bu arada, muhtelif çalışmaları sürerken, 1883 yılında okuyacağı bir tıp makalesi Sigmund Freud’u o dönemin ünlü roman kahramanı Sherlock Holmes’le aynı tutkuda buluşturur; kokain... Kendisinde, yakınlarında, hastalarında deneyeceği bu mucizevi nesneden beklentileri hüsranla sonuçlanır, ve artık ilaçların sihrinden kendisini kurtarıp psikolojik bir tedavi yöntemine yönelmeye başlayacaktır.

1885 yılında altı aylık bir burs ile gittiği Paris’te Salpêtrière Hastanesinde nöroloji profesörü olan Charcot’nun yanında histeri ve hipnotizma konularını inceler. Charcot’ya hayran kalır.

Dönüşünde, 1886 yılında Viyana’da muayenehanesini açar, elektro terapi ve hipnoz tedavisi uygular. 1892’de ilgisini çektiği Breuer ile çalışmalara başlar.

Yıl 1909, Amerika Birleşik Devletleri, Clark Üniversitesi: “Psikanalizi var etmenin onuru -eğer öyle bir şey söz konusu ise- bana ait değildir.. Dr Joseph Breuer bu yöntemi ilk defa bir genç histerik kadının tedavisi için kullandığında ben daha tıp talebesiydim”. Gerçeğin itirafı mı yoksa henüz bilinçdışının analizine alışık olmayan bir toplumdan gelebilecek saldırganlığa başka hedef göstermek için sahte bir alçakgönüllülük mü? Her ne ise, Freud sonraki yıllarda psikanalizi var etmenin onuruna layık olduğuna daha çok inanacaktır.

Freud’un bahsettiği yıllarda, yani 1880’lerde, Joseph Breuer kırk yaşlarındadır ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun en iyi hekimlerinden biri olarak kabul edilmektedir.

1880 yılının Aralık ayında Dr. Breuer, Bertha Pappenheim adında bir hastanın tedavisini üstlendiğinde ilerde Sigmund Freud’un etkisiyle psikanaliz adı verilecek yeni bir tedavi şeklini keşfetmekte olduğunu herhalde bilmiyordu. Tedavinin daha hemen başlarında Breuer karmakarışık bir grup semptomla uğraşmaktaydı: görme bozuklukları, felçler, kasılmalar, his kayıpları, duvarların yıkılacağına dair korkular, yılanların algılandığı ürkütücü halüsinasyonlar mevcuttu. Bunların dışında Bertha, bir mütizme gömülmediği zamanlarda birçok dilin karışımından oluşan kendine özgü bir jargon ile konuşuyordu ve bu anlarda ana dilini tamamen unutmuş oluyordu.

Breuer Bertha’nın kişiliğinin ikiye bölündüğünü, birinin “normal” yani hüzünlü ve anksiyeteli, diğerinin “kötü” yani kaba, yıkıcı ve ajite olduğunu görmüştü. Bertha “aklının başında olduğu zamanlarda beyninin içindeki cehennemi karanlıktan” şikayet ediyordu, “düşünemediğini, sağır ve kör olduğunu, iki tane benliği olduğunu, birinin gerçek diğerinin ise kötü olup kendisini kötü davranmaya ittiğini” söylüyordu.

Öğle sonrasının ilerleyen saatlerinde, Bertha’nın deyimiyle “bulutlar” geliyordu, yani kolayca hipnotize edilebileceği bir uyuklama hali; işte Breuer kendisini bu saatlerde ziyaret ediyordu. O da ona rüyalarını, anguasını ve endişelerini anlatıyordu. Belki de ilk defa birisine duygularını anlatabilmekteydi. Beş ay sonra, 1 Nisan 1881’de nihayet yatağını terk edebildi ve odada yardımsız gezebildi.

Birkaç gün sonra durumu belirgin bir şekilde düzelmişken babasının ölüm haberini aldı. İki gün süren derin bitkinliği yeni görme bozuklukları ve negatif halüsinasyonlar izledi; Bertha, önündeki kişileri göremiyordu, ya da Breuer’in gözlemine göre kişiler ona kendisiyle hiçbir ilgisi bulunmayan heykeller gibi gözüküyorlardı. Bir tek Breuer’i tanıyordu, anoreksi halindeydi ve sadece Breuer’in kendisini beslemesine izin veriyordu.

Haziran 1881’de, intihar tehditlerinin karşısında Bertha zorla ailesine ait bir kır evine götürüldü. Breuer onu düzenli olarak ziyaret ediyordu ve onu hipnotize ettiği ve sadece dinlediği seanslar Bertha’nın bir denge bulmasını sağladı.

Bertha bu tedaviye ciddi olarak konuşma kürü, mizahi olarak da baca temizlemesi adını vermişti ve konuştuktan sonra tüm dik başlılığını ve enerjisini yitirdiğini söylüyordu.

Dr. Breuer ve Dr. Freud daha sonra bu anlamlı tanımlamayı catharsis adıyla kutsadılar: psikanalizin yolu açılmıştı ..

Freud’un da belirttiği gibi ruhun böylesine “temizlenmesi”, aslında ruhsal karışıklığın geçici uzaklaştırılmasından daha fazlasını sağlıyordu. Hastalıklı belirtiler tekrar yaşandıklarında ve dışa vurulduklarında kaybolmaktaydılar. Örneğin 1881 yazında Bertha sebebi anlaşılamayacak bir şekilde birden içemez oldu, 6 hafta sonra da hipnoz altındayken Breuer’e şu açıklamayı yaptı: kendisine eşlik eden İngiliz hastabakıcı köpeğine bardaktan su içiriyordu ve bu durumdan iğrendiği halde Bertha hiçbir şey diyememişti. Bunu anlattıktan sonra kızgınlığını iyice dışarı vuran Bertha bir bardak su istedi, büyük bir kısmını içti ve bardak dudaklarındayken hipnozdan çıktı ve bu rahatsızlığı bir daha da tekrarlamadı.

Freud bu olaydan “Psikanaliz Üzerine 5 Ders” adlı eserinde bahseder: “Hiç kimse şimdiye kadar histerik bir semptomu böylesine yok edememişti ve nedenlerinin anlaşılmasına bu derecede bir derinlikte ulaşamamıştı”.

Öte yandan Bertha’nın “düzelmelerini” Dr. Breuer’e hediyeleri olarak da yorumlayabiliriz. Breuer hastasında kendisine karşı oluşmakta olan aşkın farkında değildi. Ancak, Bayan Breuer’in basireti aynı ölçüde bağlanmamıştı ve onun kıskançlık gösterileri karşısında Dr. Breuer tedaviyi bitirme kararını bildirdi. Fakat, son seansı izleyen gece, acilen Pappenheim ailesinin evine çağırıldığında Breuer Bertha’yı sinirsel bir gebeliğin doğum ağrılarının içinde buldu, ne olduğunu sordu ve cevabını aldı; "Şimdi Doktor Bre­uer'den olan çocuğum geliyor". (Eserimiz ancak şimdi ortaya çıkıyor?) Breuer ertesi sabah eşiyle birlikte Viyana’yı terk edip, Venedik’e seyahate gitti.

Freud bu episod hakkındaki fikrini, “O anda Breuer elinde “analara giden kapıyı” açabilecek anahtarı tutuyordu; ancak anahtarı elinden bıraktı! Tüm entelektüel yeteneklerine rağmen tabiatında hiçbir Faustsal özellik yoktu” diye (Goethe’nin Faust adlı eserinden alıntı olarak derinliklerin keşfine atıfta bulunuyor), yaklaşık elli yıl sonra (2.6.1932) Stefan Zweig’a yazdığı mektupta  dile getirir.

Breuer, bizzat kendi bulduğu şeye ilgi gösterememişse, bunun ne­deni, Breuer'in kendisinin de bilmediği nedenlerden ötürü hastası Bertha’ya karşı güçlü bir suçluluk duygusuna kapılmasına neden olan -ve o zaman henüz bilinmeyen bir şey olan “karşıt-aktarım”dı. Buna da hastası Bertha’da katartik tedavinin bitmiş gibi göründüğü bir sırada ansızın ortaya çıkan aktarım sevgisi belirtileri yol açmıştı. Breuer söz konusu sevgi ile hastalık arasında bir bağ kuramayarak Bertha’dan uzaklaşmıştı.

Anna O. vakası adı altında tanınan bu vakanın önemi Breuer’in terapi seanslarını düzenli olarak Freud’a anlatması ve onun da buradan freudien psikanalitik düşüncenin temelini oluşturacak birçok kavram çıkartmasındadır. Freud Bertha’yı, yani Anna O.’yu hiçbir seansda görmediği halde, semptomların cinsel kökenleri hakkında en zengin sonuçları çıkartmış ve bilinç sahası dışında tutulan olayların hatırlanmasının önemini vurgulamıştır.

Bertha Pappenheim (Anna O.) (1859-1936) sonraları, Almanya'daki ilk sosyal yardım örgütlerinin kurucusu olarak ünlü oldu. Kendisi feminist harekette görev almış, Frankfurt’ta bir öksüzler yurdunu yönetmiş, Yahudi Kadınlar Birliği’ni kurmuş, Balkanlar, Rusya ve Ortadoğu’da fahişelik üzerine geniş bir araştırma yürütmüş, sosyolojik araştırmalar yayımlamış olup, yüzyılın başındaki sosyal mücadelenin önemli bir figürüdür. Gerçi "iyileşmemiş" olduğu kesindi, ama sık sık örneği görüldüğü gibi, sözcüğün tam anlamıyla insanı felç edebilecek bir nevrozu -biraz da Dr. Breuer'in yardımıyla- yararlı bir güç kaynağına dönüştürmüştü.

Freud’un 1895 yılı mayıs ayında Breuer ile birlikte yayımladığı “Histeri Üzerine İncelemeler”i, Breuer’in Anna O. kendisinin de dört adet vakasını anlatıyordu. Eser, Breuer’in teorik bir metni ve Freud’un da histerinin terapisi üzerine bir metni ile sona eriyordu. Freud, “Histeri Üzerine İncelemeler” de gelecekteki önemlerini fark etmeden iki temel soruna değinmişti: Aktarım ve cinsellik sorunlarıydı bunlar. Nevrotiklerin cinselliğin henüz uyanmadığı bir yaşta somut bir cinsel ilişki girişimi-baştan ­çıkarma olayı yüzünden travma geçirmiş olduklarını, daha sonra ergenlikte cinsel dürtüler uyanınca, geçmişte yaşanan bu ruhsal sarsıntının ha­tırlanmasının hastalığa yol açtığını düşünmüştü.

Ancak, bu “Travma kuramı” egemenliğini sürdürdüğü sürece de, cinsel dürtülerin çocukluk döneminin başlangıçlarından itibaren etkin ol­dukları düşüncesine giden yollar tıkalı kalacaktı. Bastırmanın kaynağını oluşturan travmayı açıklayan bu kuramsal çatının bir yana (kısmen) bırakılması, ancak Ödipus kompleksinin açıklanmasıyla mümkün olmuştur.

Hastalığın kökeninin çocukluk döneminde yaşanmış cinsel “olay­larda" yattığı gerçeği karşısında Breuer şaşkın ve kararsızdır, Anna O.'nun hastalığında cinsel etmenin izine rastlamadığını anlatmaya çalışır, Freud’a da tepkisini iletir: “Ben buna inanmıyorum, tamam mı!”

Ertesi sene (1896) yayımlanan “Savunma Psikonevrozları Üzerine Yeni Gözlemler” adlı yazısında Freud  psikanaliz terimini ilk defa kullanır. Katartik yöntem ve telkin artık yerlerini “serbest çağrışım”a bırakmaktadır.

Viyana tıp çevrelerince hiç de iyi karşılanmayan Freud’un fikirlerine destek yurt dışından gelecektir; gerek ünlü İsviçreli psikiyatr Eugene Bleuler gerekse de Pierre Janet tarafından fikirleri coşkuyla kabul görür, hatta dönemin gazetelerinde “Ruhun Cerrahisi” başlığıyla olumlu kritikler de alır.

Aslına bakılırsa Viyana’nın “La Belle Epoque”unu- Güzel Çağ denen görkemli dönemini inceleyen herkes cinsellik temasının ne derecede her yerde mevcut olduğunu görür. Freud’un karşılaştığı direnç bu nedenle, uğraştığı konudan çok, burjuva tutuculuğunun kalelerinden olan Tabipler Birliği ve Üniversiteye bunu kabul ettirme çabasında yatar. İşin ilginci Freud dönemin burjuva tabularını yıkmaya çalışan sanatçılardan, yazarlardan, felsefecilerden uzak durmuştur. Bunu kolaylıkla kendisinin ağırbaşlı burjuva yaşamından, saygıdeğer aile babalığından ve cinsellik önündeki kişisel ürkekliğinden biliyoruz.

 

Freud hekime yeni bir rol keşfetmekteydi: “Hastasının temsilcisi olan, hastasını dinleyen ve semptomlarının anlamını arayan hekim”.

1900 yılından itibaren Freud Viyana Genel Hastanesi’nin Psikiyatri Kliniğinde az sayıda kişinin izlediği konferanslarını vermeye başladı.

1902 yılında da önce Çarşamba Psikoloji Derneği adı verilen daha sonra Viyana Psikanaliz Derneği adını alacak olan grubu, Adler, Steckel, Reitler ve Kahan ile oluşturdu, daha sonra gruba Federn, Sachs, Hitschmann ve Ferenczi de katıldılar. Çarşamba akşamları Freud’un evinde toplanan bu grubun tartışmalarının içeriği zenginleşince Otto Rank adında genç bir öğrenci konuşmaları kaydetmesi için sekreter olarak tutuldu.

Freud genellikle bu toplantıların bilimsel bir karakterde geçmesini istiyordu, ancak çoğu zaman çıraklar arası tartışmaya dönüşebiliyordu.

Freud gibi, ilk psikanalistler de orta sınıfa mensup entellektüellerdi. Ne sosyalist, ne Siyonist, ne Katoliktiler ve psikanalitik harekete bir ikame inanış gibi katıldılar. Belki de ortodoks psikanalizdeki inançlar, dogmalar, ritüeller ve Freud’un kişiliğinin idolleştirilmesi buradan kaynaklanır; Freud çoğu çırakları için adeta kutsal toprakları gösteren Haz. Musa gibidir .. (yani İd’in Ego ile fethi ve bunun yolu)

 

Freud’un bilinç dışı üzerine üç temel kitabı

1899 yılı Kasım ayında yayımladığı “Rüyaların Yorumu” adlı eseri gibi önemli bir çalışmaya sahip olduğu halde hala eserlerine fazla ilgi toplayamamaktadır; psikanalizin doğumunun resmi belgesi sayılabilecek olan “Rüyaların Yorumu” altı yılda sadece 351 adet satmıştır, kitap bilime sırtını dönmüş mistik bir kitap zannedilmiş ve pek anlayan çıkmamıştır.

Bu eseri yayımlayana kadar Freud birçok yeni kavram geliştirir; anksiyete nevrozunu tanımlar ve nevrasteniden ayırımını yapar. Obsesyonel nevrozu tanımlar ve savunma psikonevrozu kavramını ortaya atar ve paranoya ile bunu ilişkilendirir.

1895’den itibaren bir yandan düzenli olarak kendi rüyalarının analizini yapmaya başlar öte yandan da K.B.B. uzmanı olan Dr. Fliess ile yazışmalarında onu kendi oto analizine aracı olarak kullanır. Freud Fliess’den zaman zaman “benim öteki ben”im diye bahseder.

Freud’dan önce kimsenin aklına rüyalardan bu şekilde yararlanmak gelmemiştir: Rüya patolojik olguların anlaşılmasını en iyi sağlayan normal bir olaydır. Rüyaya yönelik çözümleme hem hastanın bilinç düzeyine çıkmamış düşüncelerini yakalamanın iyi bir yoludur hem de bilinçdışına ilişkin iyi kuramsal bilgiler iletmiştir.

Rüyaların Yorumu eserinde Freud bilinç, bilinç önü, bilinçdışı ve birincil ve ikincil süreçler gibi bir çok kavramdan bahseder, bir ruhsal aygıt modeli için ilk girişimini yapar (Birinci Topik): Rüya kuramı ile birlikte artık psikanalizin temelleri atılmış olur. Ve daha ilerideki birçok çalışma, örneğin  ”Günlük Yaşamın Psikopatolojisi”, “Espri’nin Bilinçdışı ile İlişkileri” de buradan türer.

Bu arada, Freud’un babası 23 Ekim 1896’da ölür. Bir yıl sonra da Fliess’e yazdığı mektupta Freud Oedipus kompleksini tanımlar.

1901 yılında yayımlanan “Günlük Yaşamın Psikopatolojisi” rüyadan çok daha az gizemli bir alanda, günlük yaşam gibi herkesin ileri sürülenlerin doğruluğunu rahatlıkla sınayabileceği bir alanda Freud’un ruhsal modelinin doğruluğunu kanıtlamaktaydı. Dil sürçmeleri, yazı ve konuşma hataları, unutkanlıklar ve bunun gibi dizi dizi örneklerin sınıflama ve yorumunu ve ardından da kuramsal bir bölüm içeren bu kitaptaki vaka örnekleri bilinçdışının kendini açığa vurmasının kolay anlaşılır ispatıdır.

Freud bu eserini determinizm, yani ruhta olup biten her şeyin bir nedene bağlı olduğu görüşüyle tamamlar. Rastlantıya ya da keyfi seçime bağladığımız eylemlerin, gerçekte bilinçdışı mekanizmalara boyun eğdiklerini gösterir. Örneğin bilinçdışı, bilincin katkısı olmaksızın yaptığı hesaplamalarda "öylesine şaşmaz bir kesinlik" gösterir ki, herhangi bir sayıyı bile, salt "rastlantı sonucu" seçmek olanaksızdır. Analiz, seçimin gelişigüzel olmadığını, bilinçdışınca belirlenmiş olduğunu göstermektedir. Freud, hastalarına akıllarına gelen bir sayıyı sorduktan sonra, bu sayıyı çeşitli ilişkilerle açıklayışına ilişkin ilginç örnek çözümlemeleri de kitabının sonraki baskılarına koyar.

Bu determinizm-nedensellik kuramı, derli toplu geliştirilmiş değildir. Rastlantıya ya da keyfi seçime bağladığımız eylemlerin, gerçekte bilinçdışı mekanizmalara boyun eğdiklerini göstermek Freud'a yetiyordu. Ruhsal faaliyetin amaçsız bir dışavurumunun, gene yalnızca o kişinin ruhsal yaşamımın bir parçası olan gizli bir şeyi açığa çıkardığını, dış somut-gerçek rastlantıya inandığını, ama iç (ruhsal) rastlantıya inanmadığını belirtir. Örneğin paranoya hastalarının, baş­kalarının davranışlarındaki, bizim dikkatimizi çekmeyen en küçük ayrıntıyı bile çok önemsedikleri bunları yorumlayıp geliştirdikleri ve geniş kapsamlı ka­rarlara dayanak yaptıkları bilinir. Normal kişinin, kendi ruhsal etkinliklerinin ve anlamsız gibi görünen yersiz davranışlarının bir bölümü olarak gördüğü rastlantı kategorisini, pa­ranoya hastası, başkalarının ruhsal davranışlarının dışavurumuna uygularken, altüst eder. Başkalarında saptadığı her şeyin bir anlamı önemi vardır, her şey bir şeyin belirtisidir diye düşünür. Bu kanıya varırken herhalde kendi ruhunun içinde bilinçsizce (bilinçdışında) duran şeyi, başkalarının ruhsal yaşantılarına yansıtır. Normal kişilerde ya da nevrotiklerde ancak psikanaliz yoluyla bilinçdışında varolduğunu kanıtladığımız ne var ne yoksa, paranoyalarda kendiliğinden bilinç düzeyine tırmanır.

Kitabın amacı ruhsal nedenselliği göstermek, başka bir anlamda da tek bir ayrıntıyı olsun psikanalizde dışarıda bırakmama zorunluluğunu belirtmektir. Nedenselliğe inanmak demek, her şeyin yorumlanma hakkına sahip olduğunu düşünmek demektir aslında. Böyle bir ilke de psikanalizin pratiği açısından herhalde kaçınılmazdır.

1905 yılında yayımlanan “Espri ve Bilinçdışı ile İlişkileri” yapıtı ile “Günlük Yaşamın Psikopatolojisi” arasında bir paralellik vardır. Espriler de hatalar da aynı yasalara uyarlar. Freud bu espriler üzerine yapıtında ruhsal aygıtın ekonomisi ile uğraşır ve haz elde etmenin bir türünü açıklama çabasındadır. Bir dürtünün doyumu ya da bir isteğin gerçekleşmesi söz konusu olmadığı halde espriden haz duyma olgusu, çocukların (birincil sürecin yasalarına göre) anlamlarına aldırış etmeksizin sözcüklerle oynama yetenek ve özgürlüğünü yetişkin insanın yeniden bulması gerçeğine dayanmaktadır. Ya da gerilimlerin boşaltılması ile de bu haz doğmuş olabilir.

1905 yılında yayımlanan “Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme” adlı eserinde çocuk cinsel gelişiminin dönemlerini, oral, anal, fallik dönemleri anlatır. Eğer “Rüya Yorumu” özde bilinçdışı isteklerin kitabı ise “Üç Deneme” de özde dürtülerin kitabıdır. Kitap küçük çocukların bir anlamda masum duygu ve düşüncelerden yoğrulduğu fikrine karşı çıkar ve onların cinsel dürtülerini ele alır ve bunları erişkinlerde görülen tüm “sapıklıkların” kaynağı olarak tanımlar. Freud’un eserleri arasında en büyük tepkiyi kuşkusuz bu eseri çekmiştir.

Aynı yıl ayrıca “Bir Histerinin Analizinden Alıntı” adıyla “Dora” vakasını da yayımlamıştır..

İşte bu durumda, çalışmaları yoğunlaşmış fakat klasik alman psikiyatrisinin ağır toplarının yoğun eleştirisine hedef olmaktayken, eserlerinin bilimsel geleceğini garantiye almasını sağlayabilecek şekilde ülke sınırlarını aşıp Avrupa’nın o yıllardaki en saygın psikiyatri kliniklerinden biri olan İsviçre’deki Burghölzli Kliniğinde  çalışan Jung’un ve şefi Bleuler’in  ilgilerini çekmesi son derece önemliydi.

Çünkü, 1906 yılında Jung ile yazışmaları başlayana kadar Freud’un tüm bu çalışmalarında yalnız bir insan olduğunu söylemek mümkündür.

İlk yazışmalardan itibaren Jung, Freud’un cinselliğe ve libidoya verdiği önemden irkilir, ancak ilgiyle öğrenmeye devam eder. 1907 yılında yanına Binswanger’i de alıp Freud’u ziyarete gider, karşılıklı iltifatları tam bir balayı havasındadır. Yazışmalar sürer, birbirlerinin analizini yaparlar, Jung kendisini histerik olarak tanımlar, Freud da kendisinden obsesyonel olarak bahseder.

1909 yılında Freud, “Beş Yaşındaki Küçük Bir Çocukta Fobinin Analizi” adı altında “Küçük Hans” vakasını ve “Bir Obsesyonel Nevroz Vakası Üzerine Açıklamalar” adı altında da “Sıçan Adam” vakasını yayımlar. Aynı yıl Jung ve Ferenczi ile birlikte Amerika’ya Clark Üniversitesi’nde konferanslar vermeye gider.

Ertesi yıl, 1910’da Nürenberg kongresinde Uluslararası Psikanaliz Birliği kurulur ve Jung ilk başkanı seçilir.

1911’de psikanalitik harekette ilk bölünme meydana gelir; Alfred Adler ve grubu buna neden olmuştur. Adler, çırak rolünü üstlenmeye hiç niyeti olmayan, hırslı bir kişiliğe sahiptir; kısa zamanda kendi teorilerini geliştirir, ödipus kompleksinin farklı bir yorumunu yapar, nevrozların oluşumunun güçlülük içgüdüsü ve aşağılık duygusunun giderilme çabası ile ilintili olduğunu ileri sürer, fikirleri Freud’dan çok, büyük ölçüde Marx, Nietzsche ve Leibniz’den etkilenmiştir. Uluslararası Psikanaliz Derneği Başkanlığının Jung’dan sonra kendisine geçmesini beklerken Freud’un kendisine Viyana Psikanaliz Derneği başkanlığını vermesiyle yetinmek istemez, istifa eder.

Öte yandan Jung ise, “Talebelerinize hastalarınız gibi davranma tekniğinizin yanlışlığına dikkatinizi çekmek isterim. Köle çocuklar yaratıyorsunuz ve boyun eğmiş durumda hiçbiri size karşı koyamıyor” diyerek Freud’u suçlar. Ruhsal gelişimde cinselliğin rolünü kabul etmekte zorlanan Jung ruhbilimden esoterizme (Batınilik) ve spiritüalizme (ruhçuluk) kayar, 1912’de freudcu psikanalizden iyice uzaklaşmaya başlar. (1914’de de tüm görevlerinden istifa edecektir.)

 

Öncüler

Adler ve Jung’un  Freud’cu hareketten uzaklaşmalarından sonra 1912 yılında Ernest Jones’un teklifi ve Otto Rank, Karl Abraham, Max Eitingon, Sandor Ferenczi, Hanns Sachs ve Sigmund Freud’un katılımları ile,  freudiyen mirasın geleceğini sağlama almak amacı ile bir “Gizli Komite” oluşturulur. Peki kimdir bu öncüler:

Bu isimlerden Ernest Jones, Freud’un en sadık müridi sayılabilir,  A. B. D. ve Kanada’da Freud’un fikirlerinin yayılması için büyük çaba göstermiş, bir kadın hastası ile bulanık bir ahlak davası sonucu önce Viyana’ya gidip  Freud ve Ferenczi tarafından analizden geçmiş, sonra da Londra’ya yerleşmiş ve Freud hakkındaki en güzel biyografilerden birini yazmış olan Galler asıllı bir hekimdir.

Otto Rank, Çarşamba Psikoloji Derneği’nin sekreterliğini yapmış, uzunca bir süre Freud tarafından bir oğul olarak kabul görmüş, “Doğumun Travması” adlı eserinin yayımından sonra çıkan görüş ayrılığı sonucu hareketi terk etmiş, bir süre Paris’te psikanalist olarak çalışmış, Anaïs Nin’in analisti ve aşığı olduktan sonra Amerika’ya yerleşmiştir.

Karl Abraham, ilk psikanalistler arasında en dengeli olanı diye bilinir, nesne ilişkileri ve benlik psikolojisi akımlarına kaynak olacak fikirlerin sahibi bu alman hekiminin Berlin’i psikanaliz eğitiminin önemli merkezlerinden biri haline getirme çabaları  ne yazık ki 48 yaşında kanserden ölümü ve Naziliğin yükselişi ile son bulmuştur.

Max Eitingon genellikle idari işler ve organizasyon başarıları ile tanınmış, 30’lu yıllarda Naziliğin güç kazanması üzerine Filistin’e göç edip Kudüs’te bir psikanaliz derneği oluşturmuştur. KGB ajanı olmakla itham edilmiştir.

Sandor Ferenczi. En zor borderline ve prepsikotik psikanalitik vakaların tedavi için yollandığı, duyarlılığı, klinik sezgileri ve cesareti ile ünlü olan bu Macar hekimi, meslektaşları Rank ve Groddeck ile “etkin yöntem” olarak bilinen, ve hastaya sıcak davranmakla sınırlı kalmayıp  bazen fizik temasa ya da psikanalist ve hastasının rolleri değiş tokuş etmelerine kadar varabilen bir tekniği geliştirmiştir. Eserlerinde önemli noktalardan biri çocukların saf ve masum olduğunu önermesidir ki bu fikir Melanie Klein’ın çocuğa atfettiği iyi ve kötü duygular yaklaşımına zıttır. Kullandığı teknik konusundaki fikir ayrılıkları ve Freud’un sevgisinden emin olma yönündeki yaklaşımları ile Freud tarafından çocuksu diye nitelenen Ferenczi ilerideki yıllarda Freud’un gözünden düşecektir.

Hanns Sachs, gruba katılan ilk hekimlik mesleği dışındaki kişidir, Freud’a sadakati kadar Otto Rank ile birlikte yayımladıkları ve psikanalizin uygulamaları konularına öncelik veren bir içerikle ünlenen İmago dergisi ile de tanınır.

Psikanalizin öncüleri grubuna; çocuk ve ergen psikanalizinin öncülerinden Hermine Von Hugh-Hellmuth, Anna Freud ve August Aichorn gibi bir çok ismi de ekleyebiliriz.

1911 yılına geldiğimizde Freud “Bir Paranoya Vakasının Otobiyografik Anlatımı Üzerine Psikanalitik Açıklamalar”ını diğer adıyla “Başkan Schreber” vakasını yayımlar.

1913’de “Totem ve Tabu” adlı eseri yayımlanır. Totem Ve Tabu'da Freud'un kurduğu düşünce modelleri, toplumsal psikolojiyi psikanaliz yardımıyla anlamaya çalışır ve kafasında gittikçe önem kazanan bir soruya ilk yaklaşımlardan biridir: Suçluluk duygusu sorununa.

1914 yılında ise  “Narsizm Üzerine Bir Giriş” adlı eseri ile birlikte narsissizm teorisini açıklar. Kendi adı olan Sigismund’u nasıl Sigmund’a çevirdiyse, Narsissizm sözcüğünü de narsizm’e çevirir! Bu eserde söz konusu olan dürtüler değil fanteziler ve istekler alanıdır, narsi­sizmi, egonun enerji yatırımı olarak ele alır (ca­thexis).

1914-1918 yıllarındaki 1. Dünya Savaşının trajik dönemi Freud’u etkilemiş gibidir. Önceden dürtüleri bir yandan libido kategorisi altında diğer yandan da egonun çıkarları altında toplarken savaştan sonra yaşam dürtüsü ile ölüm dürtüsünü eserlerinde karşı karşıya getirecektir.

(Narsissizm kavramının önemini keşfi terapi deneyimi alanına önemli bir yenilik getirmiş ve adeta da savaş bir anlamda Freud’un insana bakışını değiştirmiştir. Freud’un “Cinsellik Kuramı” temelde süreçlerin ve psişik olayların içeriğini anlatmağa çalışırken “Dürtü Kuramı” kökenlerini açıklamağa çalışır. Bu şekilde bir kuramdan diğerine geçerken Freud entelektüel bir risk almıştır ve psikanaliz ve psikiyatri uygulamasından spekülasyona açık bir alana doğru kaymıştır.)

 “Haz İlkesinin Ötesinde” eserini savaştan sonra ancak 1920’de yayımlar. Burada ilk defa ölüm dürtüsünden bahseder ki bunu daha sonra “Thanatos” diye tanımlayacak ve yaşam dürtüsü olan “Tanrısal Eros”a karşı betimleyecektir. Bu eserde psikanalizin çok önemli bir kavramı olan “yineleme” kavramını da irdeler.

1920 yılında  “Toplum Psikolojisi ve Ego Analizini” de yayımlar.

Freud’un tüm bu eserlerine göz attığımızda düşüncesinin değişik zamanlarının sıkı bir ikicilik (düalizm) etkisinde olduğunu görürüz. Freudien kavramlar çatışma doğuran karşıt çiftler olarak karşımıza çıkar: bilinç ve bilinçdışı, egonun güdüleri ve cinsel güdüler, haz ilkesi ve gerçeklik ilkesi, id ve ego, yaşam dürtüsü ve ölüm dürtüsü.

Bu kadar sabırla geliştirdiği kuramına 1919 – 1920 yıllarından itibaren ölüm dürtüsünü katmasının kişisel sebepleri acaba neydi? Gerçek dünyada Freud, cesur, güçlü karakteri ile pek çok zorluklara göğüs germiş bir insandı ama iç dünyasında ölüm fikrinin çok yoğun bulunduğunu, örneğin biyografı Ernest Jones ile daha ilk karşılaştığı yıllarda bile ayrılma zamanlarında “Elveda! Belki beni tekrar göremeye bilirsiniz.” şeklinde konuştuğunu ve yaşlandıkça ona her gün ölümü düşündüğünü söylediğini biliyoruz. Aslında 1. Dünya Savaşının hemen ardından parasızlık, yakın bir arkadaşının kanserden ölümü, bundan üç gün sonra ikinci kızı Sophie’nin aniden gribe yakalanıp ölmesi, birkaç sene sonra çok sevdiği torunu Heinz’ın tüberkülozdan ölümü kendi deyimiyle onun da içinde bir şeyleri öldürmüştü.

1923 yılında “İd ve Ego” adlı denemesini yayımlar.

Metapsikoloji, yani bilinci inceleyen klasik psikolojiden faklı olarak bilincin öte yanını inceleyen bir psikoloji üzerine çalışma yapan -aynı zamanda kimi açıklığa kavuşmamış noktaları halletmeye ve suçluluk duygularını daha ya­kından incelemeye çalışan Freud 1923 yılında yeni bir yapısal model kur­maya zorlanır. Yapısal model, ruhsal aygıttaki her bir parçayı, her bir öğeyi birbirinden ayırt eden ve bunları belli bir mekan içinde belirli yerleri varmış gibi tasarlayan ku­ramdır. Ancak bu mekânsal tasarlamanın gerçekteki herhangi anatomik bir bölünmeyle en ufak bir ilintisi yoktur.

Eski Yapısal Model ile Rüya Yorumu'nda karşılaşmıştık: Bu Yapısal Model bilinçdışı, bilinç önü ve bilinç ayrımını yapar. Son düzenlemede ise bu bi­rincisi bir yana bırakılmamış, ancak bir başka şema birinci bö­lümlemenin üzerine yerleştirilmiştir; 0 (Es), Ben (Ich) ve Üst-ben (Über-Ich) bölümlenmesidir bu. O, (Es, it) Freud'un Georg Grod­deck'ten aldığı bir ifadedir, Groddeck ise bu ifadeyi Nietzsche'den al­mıştır. O (Es), bilinçdışı nitelikli olan ve libido ve ölüm dürtüsünden gelen ruhsal enerjiden ibarettir. Üst-ben ise, bu bölümlemede ben'den ayrılmış olan eleştirici kurumun, bir tür ben'i denetleyici bir üst ker­tenin adıdır. Ben, ise neyse o kalmıştır: uyumcu kurum. Ancak nar­sizmin işin içine katılmasından sonra ben'e başka bir yandan bak­mıştır Freud. Narsizm ölüm dür­tüsüne karşı bir savunma olarak görünmektedir. Freud bu yeni Yapısal Model aracılığıyla, kendini uğraştıran. güçlüklerin nerelerde yattığını ve bunları nasıl bir yoldan çözmeyi düşündüğünü göstermiştir.

Freud'a göre psikanaliz, bir derinlik psikolojisi olarak ruhsal yaşamı üç yönüyle inceler: dinamik, ekonomik ve topik . Psikanaliz, bütün ruhsal süreçlerin birbirlerini destekleyen, teşvik eden, engelleyen, birleşen ve uzlaşmalar yapan güçlerin oyunu olduğu görüşünü benimser. Bu güç­ler organik kökenli ve dürtü karakterlidirler. Yineleme zorlamasıyla donanmışlardır. Affektif (heyecansal-duygusal) tasarımlar bunların ruhsal temsilcisidirler. İşte organik kökenli dürtülerin bu güçler oyunu metapsikolojinin dinamik anlayışının temelini oluşturur.

Dürtülerin ruhsal temsilcileri, belli miktar enerjiyle kap­lanmışlardır (cathexis); ruhsal mekanizma bu enerjinin akışının en­gellenip bir yerde tıkanmasını önlemeye ve ruhsal mekanizmaya baskı yapan uyarıcı duygusal etkilerin toplam miktarını ola­bildiğince düşük tutmaya çalışır. İşte bu olgu, metapsikolojinin eko­nomik boyutunu oluşturur.

Başlangıçta ruhsal süreçlere egemen olan haz ilkesi, gelişme bo­yunca dış dünyayı, yani gerçekliği dikkate kata kata bu gerçeklik ilkesine göre bir değişme gösterir. Burada haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasında aracı olan, Freud'un ikinci yapısal modelde ge­liştirdiği “Ben”dir.

Yukarıda bahsettiğim gibi, yapısal model, ruhsal aygıttaki her bir parçayı, her bir öğeyi birbirinden ayırt eden ve bunları belli bir mekan içinde belirli yerleri varmış gibi tasarlayan ku­ramdır. Freud'un son topik’inde, ruhsal aygıt, dürtü uyarımlarının taşıyıcısı olan İd'den, İd'in dış dünyanın et­kisiyle değişime uğramış en yüzeydeki bölümü olan Ben'den ve "Ben"i egemenliği altına alan ve dürtü doyumu engellemelerini temsil eden Üst­Ben'den oluşur ve topografik varsayımdan ayırt etmek amacı ile “yapısal (strüktürel) varsayım” diye adlandırılır.

İd’deki süreçler (birincil süreçler) bilinçdışı, bilinç ötesi süreçlerdir. Buna karşılık, bilinç, ben'in, dış dünyanın al­gılanmasına ayrılmış en dış katmanlarının işlevidir.

 

Son Yıllar

1923 yılına gelindiğinde Freud’a alt çene kanseri teşhisi konur ve 33 cerrahi girişiminden ilki gerçekleştirilir. 16 yıl sürecek bir eziyet dönemi başlamıştır. Yazmaya devam eder.

1930 yılında Goethe ödülüne layık görülür.

1933 yılında ise Naziler meydanlarda nasyonal sosyaliz muhaliflerinin ve Yahudi yazarların ve bu arada Freud’un eserlerini de insanlığın asaletini korumak adına yakarlar. Durumu öğrenen Freud’dan cevap gelir: “Ne ilerleme kaydettik, Ortaçağda olsaydık beni yakarlardı, şimdi ise sadece kitaplarımı yakmakla yetiniyorlar!” Şimdilik..1943 yılında Freud’un dört kız kardeşi toplama kamplarının ateşinde yok olacaktır.

1938 yılı haziran ayında Freud, Prenses Marie Bonaparte’ın haklı ısrarı ve sağladığı koruma sayesinde ailesi ile birlikte İngiltere’ye sığınır, bu süreçte A.B.D. başkanı Franklin Roosevelt de bizzat çaba harcar.

Freud’un ülkesinden çıkış vizesi alabilmesi için Gestapo, Avusturya’nın Almanya tarafından ilhakından beri kendisine iyi davranıldığı, hiçbir sorun çıkarılmadığına dair bir belgeyi imzalaması için önüne koyduğunda, “elbette imzalarım” der, “yalnız sonuna, Gestapoyu içtenlikle herkese tavsiye ettiğimi de yazmama izin verir misiniz?”.

Londra’da evi ziyaretçi akınına uğrar, Salvador Dali ile tanıştıktan sonra sürrealistlerin katıksız bir deli oldukları fikrini tekrar gözden geçireceğini söyler. Thomas Mann’ın yazdığı makaleden çok hoşlanmıştır: “Hitler psikanalizden nefret ediyor! Viyana üzerine böylesine hiddetle yürümesinin temelindeki sebep orada yaşayan yaşlı psikanalist olmalı, gerçek ve temel düşmanı, illüzyonları yok eden kişi, nevrozun maskesini düşüren filozof”.

Londra’da tek tük hasta görmeye devam eder ve “Musa ve Tektanrılılık” adlı eserini yayımlar. Freud yaşamının son beş yılında, önce Viyana'da daha sonra da Londra'da Hazreti Musa ile, onun doğumu ve ölümüyle ilgilenir. Çok yerinde bir tutumla tarihsel bir roman diye tanımladığı bir çalışmayla Musa konusunu ele alır. Aradığı nesnel bir doğrudur, dinin gerçek temellerini bulduğunu söyler, onun Musa'sı dini kurmamış, yalnızca aracı olarak aktarmıştır.

Freud'un burada tarihsel bir temel üzerinden öne sürdüğü, “Totem ve Tabu” yu ya­zarken tarih öncesi çerçeve içinde ele aldığı suçluluk duy­gusudur.

Freud'un, Musa'nın ayaklanan halk tarafından öldürülmüş olduğu varsayımını ki bu düşünce ”Totem ve Tabu”da da vardır, başka birkaç din tarihi yazar da ortaya atmışlardı. Musa'nın öldürülmesi üzerine ortaya çıkan suçluluk duygusu, yeni ­bir toplumsal düzenin temelini oluşturmuştur. Burada Musevi ve Hıristiyan toplumlarının tarihinin değiştirilmesi de söz konusudur.

(1927’de Bir Yanılsamanın Geleceği isimli çalışmasını yayımladığında da o zaman göze aldığı risklerin de bilincindeydi, çünkü Freud bu kitapta dine saldırmıştı!)

Üzerinde ısrarla durduğu Musa, Freud’un karşısında kendisini bir evlat gibi hissettiği, aynı zamanda da kendini özdeşleştirdiği bir baba figürüydü, bu baba ile özdeşleşme, Freud'un, Musa'nın ölümünde kendi ölümünü görmesine yol açar ..

Her şeyin başlangıcı olan hipnotizma sonrası anımsama güçlükleri çelişkilerinden başlayıp, haz ilkesi üzerinden ölüm dürtüsüne uzanan ve babanın öldürülmesi ve kökü kazınmaz suçluluk duygusunda nok­talanan zahmetli bir yol! Freud'ıın kendisini Musa ile özdeşleştirmesi, bilerek gerçekleştirilmiş, açıklaması olan bir olaydır. Eskiden kendisini kaşif, conquistador Christof Colomb ile karşılaştırmıştı. Colombus bir anakara bulmuş, ama ona adını verememişti. Musa hal­kına kutsal toprakları hedef göstermiş ama kendisi oralara ulaşamamıştı. Freud da buluşlarından büyük kazanımlar elde edemeyeceğinden herhalde emindi.

23 Eylül 1939’da “Psikanalizin Ana hatları” adlı eseri üzerinde çalışmaları sürerken, “bilinçdışının  bu büyük fatihi” kansere yenik düşer.

Amerikalı şair Hilda Doolittle’ın onun hakkındaki sözleri ile bitirmek istiyorum: “Sigmund Freud yaşlanmış fakat olgunlaşmış Arabistanlı Lawrence gibi, insanın içine nüfuz eden bir anlayış yeteneğine sahip. O insan ruhunun ebesidir, hatta ruhun ta kendisi...

 

Breuer o ebeliği becerememişti!..

 

 

Yorumlar

  • Zeynep Gökçek

    Emeğinize sağlık, Freud ile ilgili güzel bir yazı

Yorum Bırakın